June 24, 2012

Kayu plastik mi?

YavruSu: Sen Kayu'yu sevmiyor musun?
Evren: Hayır sevmiyorum. 
YavruSu: Neden? Kayu plastik mi?
* * *

Geçen yıl, sevmediğim her şeyin plastik olduğunu düşünmeye başlamıştı bir ara. Neyse sonra öğrendi plastiğin ne demek olduğunu. Ama daha sonra ben öğretirken hata yaptığımı anladım, çünkü Kayu da plastikti aslında. Bir sahtelik, bir yapaylık vardı bu çizgi filmde, bir türlü ısınamadım. O yüzden artık cevabım "Evet! Kayu plastik." 

Plastik olmasının dışında, bir de çok mızmız bir çocuk bu Kayu, sürekli bir şeylere kızıyor, mızır mızır mızırdanıyor, sonra annesi babası geliyor, 1 dakikada olayı çözüyor. Ama bunu izleyen çocukların aklında kalan sahne, ne anne babanın davranışları, ne de olayın nasıl çözüldüğü. Daha önce bahsettiğim Nurture Shock kitabında bahsi geçen bir araştırmaya göre, çocukların çizgi film izlerken beyinlerine kayıt ettikleri şey, filmdeki çocukların birbirlerine olan davranışlarıymış. Örneğin Arthur çizgi filmi göründüğü kadar masum değilmiş. Çünkü bu çizgi filmin yarım saatlik bir bölümünde en az 6-7 kere çocukların birbirlerine olumsuz davrandığı, birbirlerini aşağıladığı anekdotlar oluyormuş. Ve araştırma yapılan kreşlerde, bu çizgi filmi izleyen çocukların filmde gördükleri olumsuz davranışlara benzer şekilde davrandıkları gözlemlenmiş. O yüzden televizyonu bakıcı olarak kullanmamak, birlikte izlemek önemli. Ama bu tarz çizgi filmleri birlikte izlemek için içinizdeki çocuğun 0-1 yaş dönemine dönmesi lazım, aksi halde katlanılması mümkün değil. Hele o Pepee tarzı çizgi filmler...  yalnızca birkaç kez izledim ama o yapay diyaloglar, yalnızca gündelik sorunlara odaklı, pek bir sanatsal değeri olmayan, aynı basit ezginin üzerine yazılmış, eğitim-öğretim kaygısı güden sözlerle dolu şarkılar, konuşmalar, biri bizi gözetliyor ve hatta gözetlemekle de kalmayıp direkt eğiyor/eğitiyor, kafamıza dan dan mesajları kakıyor/kakalıyor tarzı bana çok rahatsız edici geldi.

Bu plastik yaşamlar, plastik diyaloglar, plastik gibi görünen animasyonlarda vurgu da artık hikayede değil, bireyde. Merkezdeki bireyin yaşamı, onun dünyanın en önemli sorununu yaşıyormuş aksiyonu, gündelik yaşamda kayda değmeyecek, basitçe geçilebilecek 'sorunlar' odak noktası haline getiriliyor ve yeniden yeniden üretiliyor. Bireye yapılan bu vurgu, bireyciliğe ve akabinde daha fazla mızmızlanmaya yol açıyor. Sorunların çözümünün sürekli olarak dışarıdan (Kayu'da ebeveynlerden) veya dış sesten (Pepee'de 'Big Sister'dan) gelmesi, sorunların da, çözümlerinin de dışsallaştırılmasına hizmet ediyor.

Oysa hikaye anlatımı farklı bir mizaç ister. Clarissa P. Estes'in dediği gibi,
"Öyküler ilaçtır; içsel hayatı harekete geçirir, kaldıraçları ve makaraları yağlar. Öyküler bize dışarı, aşağı ya da yukarı çıkış kapılarını gösterir; daha önce boş olan duvarlarda güzel ve geniş kapılar açar."
İşte Miyazaki de öyküye önem veren, onu ince ince işleyen bir manga sanatçısı, animasyon film yapımcısı ve yönetmen. Miyazaki'nin animasyonlarında da ana karakterler var, üstelik çok güçlü feminen karakterler var; ancak onlar, gündelik meselelerin içerisinde kaybolup mızmızlanmak yerine, aktif bir şekilde hayatlarına müdahil olup yeri geldiğinde başkalarıyla birlikte olup çözüm arıyorlar. Ve yalnızca kendi sorunlarına da değil, başkalarına da. Karakterler kendi benlerine odaklı değil, yüzleri dışarıya, doğaya, dünyaya, insanlığa dönük...

Ayrıca klasik anlamda iyi ve kötü yok Miyazaki'nin filmlerinde. Hatta bazılarında kötü hiç yok; "Totoro" ve "Kiki"de örneğin. Büyüme öyküleri anlatıyor, insanların doğa ve teknoloji ile kurduğu ilişkiyi inceliyor, çocukların gözüyle aşkı, uçmayı, özgürleşmeyi anlatıyor Miyazaki.

Sağolsun arkadaşımız Şirin sayesinde YavruSu'nun da hayatına girdi Miyazakiler. Çok uzun, izleyemez diyorduk ama 3 yaşına doğru keyifle izlemeye başladı bizim yavru. Şimdi başka bir şey izletmekten çekinir oldum.


Resim: My Neighbor Totoro

Şu ana kadar izlediklerimiz:
  • Ponyo
  • My Neighbor Totoro
  • Kiki's Delivery Service
  • Howl's Moving Castle
  • The Cat Returns 
  • Whisper of the Heart
  • Princess Mononoke
  • The Story of Heidi (bu YouTube'da var)   
Sıradakiler:
  • Spirited Away
  • The Secret World of Arrietty
  • Castle in the sky
  • Porco Rosso
  • Nausicaä of the Valley of the Wind

Hepsini çok sevdik! Plastik kesinlikle değiller; kalbe dokunan, sıcacık ve bir o kadar da sıradışı öyküler. Her daim tekrar tekrar rahatlıkla izlenebilirler.

Uyarı: "Çocuğa açayım da, bu arada iki işimi halledeyim" diye bakıcı olarak kullanılması mümkün değil bu filmlerin. İlk kareden itibaren içerisine düşüyorsunuz, bitene kadar da çakılıp kalıyorsunuz olduğunuz yerde, uyarmadı demeyin, kendinizi bırakıp kalbinizle izleyin :) 

June 20, 2012

Televizyonun kısa keşif tarihi

YavruSu sonunda televizyon denen icadı keşfetti ve çok şaşırdı. Geçenlerde bir çocuk kanalı açmış nenesi, bizimki de bir güzel kurulmuş karşısına izliyor. "Anne bak, yine başladı" diye beni çağırdı;  çizgi filmin biri bitip diğeri başlayınca şaşırmış. Evet yavrucum bu makine tam otomatik dedim, hiçbir şey yapmana gerek yok, bütün gün karşısına oturup uyuşabilirsin! Hakikaten öyle oluyor, bizimki karşısına oturunca uyuşuyor. Neyse ki evimizde televizyon yok.

Bir de reklamlara rast gelmiş bizimki, babalar günü için gömlek reklamı. Dönmüş babasına sormuş: "sana da gömlek gönderecekler mi?" :) Babası gülerek bakmış, bizimki anlamamış cevabı. E haklı çocuk, vermeyeceğiniz şeyi niye gösteriyorsunuz! Çocuk bu, gördü mü ister. Neyse ki bozuldu artık, fişi çıkınca çalışmıyormuş meğer, sözde tam otomatik :P

June 18, 2012

Sevgili günlük...

İstanbul'da dostlarla muhabbet çok keyifliydi. Fakat "senede bir gün" ilişkisi biraz düşündürdü bu sefer. Turist gibi gelip gitmek, senelik muhabbeti 2-3 saate sığdırmaya çalışmak, konudan konuya atlayarak tüm konuları konuşmaya çalışmak, dolayısıyla yüzeylerde gezinmek, yüzeyselleşmek... Sanırım gurbetçiler için kaçınılmaz bir durum...

Bir de bu sefer gördüm ki İstanbul dolmuş taşmış, bize yer kalmamış sanki. Dağ taş tuğla olmuş, trafik geçen senelere oranla iyice artmış gibi geldi. Ya da hamile halimle bir yerden bir yere giderken 8 kere arabayı katla, aç, çantaları yerleştir, çantadan akbil çıkar, para çıkar, onu çıkar bunu çıkar, çocuğu oturt, 5 dakikalık yoldan fazlasına alışmamıs çocuğu eyle, saatlerce süren yollarda miden bulanarak kitap oku, insanların uyarılarıyla muhatap ol... biraz fazla gelmiş olabilir. Daha pre-iki-çocuklu hayatta böyle zorlanmışken, ikinci doğduktan sonra nasıl olacak bilemedim.

Sanırım fazla alıştım oradaki sakinliğe. Şehir hayatı çok üstüme geldi, fazla stresli geçti bu kez. Kendine ait odası olsa da insanın, trafikte ve kalabalıkta geçen zaman öyle yorucu ki odaya ayak basmak mümkün olsa bile bir şey yapmaya halim kalır mı bilemedim...

Neyse, sonra Adana'ya geçtik. Yolları artık asfalt olmuştu Adana'nın ama bu sene de bizi baştan çıkarmaya devam etti birtakım güzellikler. Ayıptır söylemesi en başta T.nin kuzenlerinin yaptığı içli köfteler, sarmalar, dolmalar, lahmacunlar, pideler... mmm...

Adana'da yoğun akraba ziyaretleri, ilgi, şefkat, yemek ve kebaba doyduktan sonra bir de üzerine bir arkadaşımızı gördük, aradaki uyuşmaya şaşırdık, sevindik ve depoları iyice doldurup yine yollara düştük. T.nin babasını da alıp İzmir'e ayak bastık sonunda. Bizimki geldiğinden beri "nenenin Türkiye'sine gidelim" diye sayıklıyordu, pek sevindi nenesine kavuşunca.

Nene-dede, akrabalar, komşular, arkadaşlar sağolsun, yoğun ilgi ve sevgi sonucu çok çok mutlu oldu YavruSu.


Bu arada Türkçesi de epey ilerledi. Ancak repertuvara birtakım 'sakıncalı' kelimeler de eklendi tabii. Oradayken Türkçeyi sadece bizden duyduğu için gayet kontrollü bir kelime dağarcığı vardı, burada serbest kaldı. Bizim information science masterında yaptığımız tartışmalar canlandı gözümde "controlled-vocabulary vs. free-text..." Dokümanlar, kolay ulaşım için indexlenirken kontrollü kelimeler mi kullanılmalı, yoksa her kelime indexlenerek serbest bir şekilde aranabilmeli mi? Kısaca önceden belirlenmiş anahtar kelimeler mi, gugıl mı? Yerine göre ikisinin de avantajı ve dezavantajı var elbette ama bizim için şu aşamada kontrollü-sözcük-dağarcığı daha iyi sanırım, zira insanlara anlamını bilip bilmeden sakıncalı sözler söylemesi alışmamış bünyemizde diken batmış hissiyatı yarattı. Hele kendinden yaşça epey büyük insanlara karşı etti mi bu lafları, insanlar gül gibi seveyim derken, sanırım ağacın dibinde buldular kendilerini.

Bir de kazanma meselesi var. Geçen sene de burada tanışmıştı bu mühim meseleyle, yine hemen adapte oldu. Yalnız bunun da anlamını tam olarak idrak edememiş sanırım ki babasıyla havuzda yüzme yarışı yapıyor güya, baba bekletiliyor, bizimki hedefe yüzüp yarışı kazandıktan sonra babanın yüzmesine izin veriliyor, "ben kazandım, ben kazandım" nidaları eşliğinde. Arkadaşı yarışalım deyince de "önemli olan yüzmek" diyor sıpa.

Neyse, şimdi önemli olan birlikte güzel vakit geçirmek, güzel arkadaşlar ve aileyle tatilin tadını çıkarmak. Bu bağlamda, beni yolun yarısına geldiğim gün yalnız bırakmayan Günün Çorbası ekibine ve Gülçin'e bir kez de buradan teşekkür ediyorum. T. dedi ki, yolun bundan sonraki yarısı daha zorlu geçecekmiş :/