January 31, 2012

Karınca yuvası

Öncelikle, blogu takip edenler, T. döndükten sonra aşk yuvasına kapandığımızı düşünüyorlarsa büyük bir yanılgı içerisindeler, söyleyeyim :P Bizim yuva, şu ara karınca yuvası şeklinde işliyor. İkinci dönemin başlamasıyla birlikte 3 haftadır derslere gömülmüş durumdayız. Bu dönem, öğrenim hayatımın sonuna gelmiş bulunduğum için, ya da aslında son noktayı koymak istediğim için mastırımı tamamlamak üzere 2 ders almaya karar verdim. 2 ders mi diye bir tarafınızla gülmeyiniz lütfen, bunlardan bir tanesi buraya geldiğimden beri  hocasıyla karşılaşmamak için her türlü taklayı attığım bir ders olmuştu. Doktora yaparken almam zorunlu değildi ama mastır diplomamı alabilmem için tramplenden 3 ters bir düz takla atsan bile olmaz dediler. Önce rüyalarıma girdi. Dedim kasayım doktorayı bitireyim yine de bu hocanın dersini almaktan iyidir. Kastım, hiç gönlüm olmamasına rağmen çeşitli konularda fazlaca okumalar yaptım. Danışmanım en sonunda yeter artık dedi, fazla düşünüyorsun, seç varolan bir şey onu çalış. Seçtim okudum, epeyce okudum ama olmadı, yapamadım. Fakültenin çalıştığı konular uçmuş gitmiş. Nelerle uğraşıyor bu insanlar anlamak daha doğrusu anlamlandırmak mümkün değil! Devrim yapmak değildi niyetim. Tamam, itiraf ediyorum her masum doktora öğrencisi gibi ben de başlangıçta yeni bir şeyler yapıp dünyayı değiştirebileceğimi düşünüyordum. Ama bu insanlar bu dünyada yaşamıyormuş, tahminim Uranus'ten geliyorlar. Sonuç olarak kütüphane ve bilgi bilimi alanında masterımı alıp yollanmaya karar verdim. Bir de doktorada kabul ettiremediğim --ki bizim bölüm bu alanda master specialization derecesi veriyor ama doktora seviyesinde çalışan hocamız olmadığı için benim çalışmama izin vermediler- evet daha önce de yazmıştım, çocuk kütüphaneciliği. Ve sonunda stajıma başladım.

Sonuç olarak, 2 ders için her hafta 10-15 makale okuyorum, artı haftalık/aylık/dönemlik ödevlerini/projelerini/vesairelerini yapıyorum. Staj için de ortalama 20 saatim gidiyor. Ve oradan oraya cirit atarken günlerin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Ama şikayetim var mı? Yok! Mutluyum :) Aktif yaşama geri dönebildiğim için çok mutluyum. Hatta bu kadar koşturma sonucunda evde de daha enerji doluyum. 8 saat bilgisayar başında oturup okuma yapmak çok daha fazla yoruyordu. İnsanın enerjisini soğuruyor bu aletler cidden. Ve okumuştunuz değil mi, insan bedeni oturmak için dizayn edilmemiş. Geçen dönem eve geldiğimde yorgun hissediyordum kendimi. Şimdi, inanılmaz ama gerçek, yavrudan bile daha enerjik oluyorum.

YavruSu'ya gelince, şu aralar en sevdiği şey kitaplarını, kanepeye uzanıp okumak. Masallarla bozdu bir de kafayı. Sabah gözünü açar açmaz anne bana korkunç bir masal anlat deyip akşamüstü kanepede arka arkaya 8 tane masal okutabiliyor. Hepsinde de aynı replik:
- Ben o kurdu/üvey anneyi/cadıyı/vesaireyi alırım çok uzaklara götürürüm bir daha gelemez.

Tabii burada kırmızı başlıklı kızın sonuna müdahele edilmiş hikayesinin rolü büyük. Sonunu şöyle değiştirdik çünkü: oduncu kurdu öldürmüyor, ters çevirip sallıyor ve büyükanne yere düşüyor; sonra oduncu kurdu ormanın derinliklerine, çok uzaklara götürüyor ve kurt bir daha geri gelemiyor. Şimdilik kırmızı başlıklı kız böyle biline; yenmezse değiştiririz bilahare.

Bu aralar bir de kendisinde bir kurtarıcı rolü hasıl oldu. Sanırım o da masallardan. Geçen gün babasıyla belgesel izlerlerken, fok balıklarını suyun içerisinde gören yavru, "orası derin havuz mu?" diye sormuş. Babası da "evet, derin su, okyanus" demiş. Bizimki de atlamış:
- Ben hemen simidimi alırım, o fok balıklarını kurtarırım, diye :)

Bunun dışında, müzik açıp dans ediyoruz bazen; bazen sadece dinliyoruz. Bazen 'yoga' adı altında çeşitli hareketler yapıyoruz. Kütüphaneden bir kitap almıştık "My Daddy is a Pretzel" diye, çok sevdik. Sınıfta öğretmen herkesin anne-babasının ne iş yaptığını soruyor, sonra babası yoga yapan çocuk anlatıyor. "Niki'nin annesi bahçıvanmış, benim babam da bazen ağaç oluyor" diyor ve bir sonraki sayfada ağaç pozu step step anlatılıyor. Kitap ayrıca çeşitliliğe de vurgu yapan bir kitap. Aileler rengarenk ve de rengahenk, meslekler de bahçıvanlıktan pilotluğa, marine biologlugundan fırıncılığa kadar uzanıyor. Aileler de 'mükemmel' bir şekilde çizilmemiş. Mesela bir çocuk üvey babasının pilot olduğunu söylüyor; ve pek de sevimli çizilmiş bu sahne. Sonuç olarak, biz kitabı çok sevdik. Biraz hareket etmek isteyen herkese tavsiye ediyoruz.

Hayır maalesef bitmedi. Son olarak, bir de şu aralar kütüphane stajı için tuttuğum blogla haşır neşir oluyorum, onu söyleyeyim dedim. Dili maalesef İngilizce; çünkü bu blog, aynı zamanda staj dersi için sene sonunda teslim etmem gereken staj günlüğü yerine de geçiyor. Bu arada, kütüphane günleri çok güzel geçiyor. Buraya da yazmaya vakit bulurum umarım ama bu dönem biraz zor görünüyor. Neyse merak edenler için blog şurada.

Ben karınca yuvama çekilip karınca kararınca uykuma doğru yelken açayım artık. Sabah kütüphanede zıplayan bebekler programı var; 20 bebekle zıp zıp zıplamak kolay iş değil, enerji toplamak lazım. Herkese iyi uykular, renkli rüyalar diliyorum :)

January 18, 2012

Ay-küt


Ekran konusu
Bu konuda aslında idealist olmadık hiçbir zaman, 3 yaşına kadar aman ekranda bir şey görmesin etmesin demedik, 1 yaş civarında youtube'dan müzik klipleri izliyordu. Hatta konuşmaya başladığında garibim youtube'u kendine özel zannetmiş olacak ki I-tube, I-tube diye dört dönüyordu.

Sonra I'lardan gidip iPad de aldık bir ara ama baktık ki gerçek hayat algısı iPad ile şekilleniyor, yoldan geçen arabaları parmağıyla itme hareketi yaparak hareket ettirmeye çalışıyor, dedik şu yaş tehlikeli (2 civarıydı). Sonra 4 yaşında tekrar aldık.

iPad bazen gerçekten çok işlevli olabiliyor, bakıcı yerine kullanılabiliyor, bir şeyler öğretiyor, eğlendiriyor, kitap okuyor, bir anneden bekleyebileceklerinin hepsi ve daha fazlasını minnacık bir alet sunabiliyor. Üstelik en güzeli, sizin başınıza ekşimiyor, istediğiniz gibi kahvenizi içip keyfinize bakabiliyorsunuz. Ama sonrasında sen misin keyif yapan, sizden bunun acısını dirhem dirhem çıkarıyor. Bizimkine hiç mi hiç yaramıyor. Bilemiyorum enerjisini atamadığı için mi yoksa EMI'lar onu kötü enerjiyle doldurduğu için mi ama belli bir süre aypedle haşır neşir olduktan sonra ayküt moduna geçiyor bizimki, asabi, saldırgan.

O yüzden artık yalnızca haftasonları, 1 saati geçmemek koşuluyla yalnızca cino uyurken veriyoruz. Sonrasında da mutlaka hareketli şeyler (park, yürüyüş, bisiklet, tırmanma, dans, elim sende, yerden yüksek gibi) yapıyoruz ki enerjisini atsın, o kötü enerjiyi bize yansıtmasın, hayatı zindan etmesin diye.


January 14, 2012

Yoktan var etmek

Hiç yoktan bir şey çıkarmak değil, bir şeyden çok şey, sonra da hiçbir şeyden bir şey yaratıyor Joseph; yoktan var ediyor. Kitabını birkaç gündür bayılarak okuyoruz, kütüphaneden almıştık ama eve de alacağımız bir kitap oldu. Bugün şarkısını da çalalım dedik ve ararken videosunu bulduk. Hem kitap animasyonu, hem de sonunda şarkısı var. Hiçbir şeyden iki şey çıkmış oldu şansımıza, iyi mi:)

Bu arada Senem'in İngilizce öğretirken serisi için de aday bir video. İngilizcesi basit, tekrarlardan oluşan bir kitap. Şarkısı da cabası :)



Kitap aslında bir İbrani halk öyküsünden adapte edilmiş. Öykünün orijinalinde Joseph doğduğu zaman dedesi ona bir battaniye dikiyor. Battaniye eskidiğinde annesi battaniyeyi atmak istiyor ama Joseph çok sevdiği battaniyesinin atılması fikrinden hiç hoşlanmıyor. Dedesine gidiyor ve dedesi ona battaniyeden bir ceket yapıyor. Ceket eskidiğinde yelek, yelek eskidiğinde atkı, sonra kravat, mendil ve en sonunda bir düğme yapıyor. Fakat bir gün düğme kayboluyor. Joseph da bununla ilgili bir hikaye yazmaya karar veriyor. Ve yoktan bir kitap var etmiş oluyor.

Kitabın kendisi de orijinal. İllüstrasyonlar ve bu aşağıda görmüş olduğunuz dizayn Simms Taback'a ait. Türkçesi var mı bilmiyorum, daha doğrusu bulamadım ama Pandora'da İngilizcesini gördüm.



Herkese geri dönüşümlü, yeniden değerlendirmeli, yoktan var etmeli, iyi Pazar'lar!

January 12, 2012

Söz

Taktik insanı
Geçen gün sofrada otururken, babası yemek yemeyen yavrusuna, aslında kinaye yaparak "çikolata mı istiyorsun!" dedi. Demek istediği yavrusunun sürekli çikolata istemesi, başka bir şey yemek istememesiydi. "Çikolata seni büyütmez ve çok yersen hasta edebilir" diye de ekledi. Ama tabii ki YavruSu'nun o esnada tek duyduğu, beynindeki tüm merkezleri aynı anda aktive eden ve ağzının sularının akmasını sağlayan o sihirli cümleydi: "çikolata mı istiyorsun?"

T. farkında olmadan bu düşünceyi Inception filmindeki gibi beynine işlemiş, ona bir ışık yakmıştı. Sonra yavrusu, haliyle yemeyi tamamen bıraktı ve "çikolata istiyorum! çikolata istiyorum!" diye nidalar atarak evin içinde dönmeye başladı. T. bu cümlesinin neye sebebiyet verdiğini anladığı zaman artık çok geç olduğunu da idrak etmişti. Geri adım atarak "tamam" dedi, bari bir faydası olsun, "ancak yemeğini bitirirsen sana çikolata vereceğim." Bu sözün üzerine, yarım saattir uğraşıp da bitiremediği yemeğini, yarım dakika içerisinde, lokmaları üçer beşer ağzına tıkma usulüyle bitirdi YavruSu. Sonra ben bir tane çikolata verdim. Hızlıca attı ağzına ve mutlu mesut düştü oyun yoluna. Ama aradan daha 2 dakika geçmeden yine geldi. Babasına doğru gitti ve "çikolatayı bana sen vermedin, annem verdi, sen verecektin, sen anne değilsin, böüüü" diye ağlamaya başladı, sevgili taktik insanı.

Susturma Sanatı
Yine bir gün YavruSu babasına sordu yemek sonrası: Babacım, Kayu izleyebilir miyiz?
Hemen ben atladım, ana-muhalif: İzlemeseniz! Ben hiç sevmiyorum şu Kayu'yu...
Bunun üzerine hışımla arkasına dönüp ters bakışlarını bana doğru yönlendiren KartalSu, geciktirmedi tabii cevabını: Sen izlemiyceksin ki, ben izliycem!
Ana-muhalif: ......

Kıssadan hisse
Bir cadı Su'yla aynı evde yaşıyorsanız, ağzınızdan çıkan sözü kulağınız duyduğunda çok geç olabilir!



January 6, 2012

Ha tanuştuk ya!

T.nin yokluğu bloga yaradı. Hiç bu kadar üstüste yazı yazmış mıydım hatırlamıyorum. Burada geçtiğimiz 2 hafta tatildi. İlk haftasında biraz uzaklaşalım şu soğuktan deyip kendimizi güney sahillerine atmıştık. Ve orada gördük ki YavruSu bir canavara dönüşmüş, sosyal canavar.

3 yaşın kerameti mi bilemiyorum ama tatilde, deniz kenarında öyle rahat ettik ki. Kendisi sürekli çocukların peşinden koşturdu. Kovalarını alıp sessizce yanlarına gidip önce paralel oyun oynamaya başladı sonra ne yapıp ettiyse çocuklarla birlikte oyun kurup oynadı. Her yaştan (3.5, 4.5, 5, 7, 9) ve her milliyetten (amerikalı, çinli, fransız, ispanyol) çocukla bir şekilde bağ kurdu. Bize de yan gelip yatmak düştü. Pek sevindik bu duruma. Yalnız diğer aileler ve çocuklar bizim kadar sevindi mi emin değilim.

Bir gün gözüne kestirdiği 4-5 yaş civarındaki bir kızın yanına gitti. Çocuk denizden yeni çıkmış, yorgun, yemeğini yiyordu. Yanına gidip "oynamak ister misin" diye sordu. Çocuk hiç oralı olmadı. Ben de sorumlu ebeveyn edasıyla seslendim, "gel T.Su, rahat bırak çocuğu, yemeğini yesin, sonra oynarsınız" dedim. Ama o gelmedi, "olsun ben burada sessizce beklerim" dedi. Ve oturdu karşısına çocuğun, yemeğini bitirene kadar sabırla bekledi. Yemeğini bitirince de dediği gibi oynadı. Biz şaştık kaldık. Oysa çocuk ne yapsın, genlerinden geliyordu bu canavarlık.

Evet, babaannem çok konuşkan, çok sosyal bir kadındır. Bir gün onu ziyarete köye giderken, babam otobüste kardeşimle bana ne kadar asil bir sülaleden geldiği hakkında atıp tutuyordu. Sizin dedeniz şöyle soylu, böyle asil, vs. vs. diye. Sonra otobüste bir adam babama sordu "kimlerdensin, ne iş yaparsın?" diye. Babam hemen atladı, göğsünü gere gere, "ben Azaklıoğullarından Hacı Emin Bay'ın oğluyum, çocuk doktoruyum" diye. Adam boş boş baktı yüzüne. Bir doktor tanıyordu köyden ama Emin Bay ismini çıkaramamış olacak ki, sordu: "Sen onu bırak da İfaket'in nesi oluyorsun?" diye. Biz kahkahaya boğulurken babam bozulmuş bir şekilde, "oğluyum" dedi sessizce.

Evet, babaannem 'asil' bir soydan gelmiyor ama herkes tarafından tanınır. Muhtar seçileceği zaman babaanemin fikri sorulur. Sınır davalarında, küskünlerin barıştırılmasında hep ona gelinir. Babaannem yalnızca köyünde de tanınmaz. Gittiği her yerde mutlaka kendisini tanıtır, hoşbeş edecek birilerini bulur.

Anneannem de tam tersidir, tersiydi rahmetli. Zorunda kalmadıkça konuşmayı sevmezdi. Bir gün babaannemin bizi ziyareti sırasında, artık nasıl olduysa anneannemle birlikte Karşıyaka sahilinde dolaşmaya çıkmışlar. Neyse, ikisi yürürlerken sahilde, anneannemin sessizliğinden sıkılan babaannem bir anda ortadan kaybolmuş. Annennem bir de bakmış ki, babaannem yoldan geçen bir kadının beline sarılmış. Kadın da Karşıyaka hanımefendisi, dönmüş, "Pardon han'fendi, tanışıyor muyuz?" demiş kibarca; babaanem de Karadeniz uşağu, yapıştırmış cevabını: "Ha tanuştuk ya!"



January 5, 2012

Elma Ağacı

T. konferans için 5 günlüğüne Boston'a gitti. 6400 matematikçi bir arada ne yapıyor acaba çok merak ediyorum :) Biz de ilk kez bu kadar uzun süre yavrusu ile yalnız kalıyoruz. Yazın 21 gün askere gitmişti ama o zaman yazlıkta annemin yanındaydık. Denize gidiyor, komşularla vakit geçiyorduk. Bu sefer kimse yok. Gerçi okul var, neyse ki var :)

Ama hala bir sürü şey var. Uzun süredir yapmadığım işleri yapıyorum. Keçinin banyosunu yaptırıyorum, yatmadan önce film ve kitap saatini yapıyorum, yemek hazırlıyorum (yavrunun yemeğini genelde ben hazırlıyordum zaten ama sabah kahvaltısını ve akşam yemeklerimizi daha çok T, okula götüreceğimiz yemekleri ise hep T. hazırlıyordu), bunun dışında alışveriş, postanın kontrol edilmesi, araba işleri, para işleri,... off ne çok iş varmış yaptığı. Ben ne yapıyordum bu sürede acaba? Gerçi çamaşır ve yerleştirme işleri benim sorumluluğumda... gerçi yavruyu o uyutuyor... temizlik işini birlikte yapıyoruz. Hala pek adil değil gibi... Hah buldum, o az uykuyla yetinebiliyor ama ben 8-9 saat uyumazsam kendime gelemiyorum ve bebişi ben uyutursam genelde uyuyakalıyorum ve birbirimizin yüzünü görmek rüyalara kalıyor. Şimdi biraz daha hakkaniyetli duyuluyor di mi, di :P)

Ama benim suçum değil. Bir süredir KeçiSu beni istemiyordu, her şeyi babam yaptırsın modundaydı. Ayrışıyor ya :) Zor oldu gerçi başlarda, kendimi dışlanan anne konumunda hissediyordum ama buna doğal bir süreç olarak bakmaya başlayınca rahatladım, hatta ilişkimiz de rahatladı, giderek normale dönüyor, gidip gelip "anne ben seni seviyorum" diyerek sarılıyor :) Fakat yine de çok-sevgili-babası gidince biraz korktum açıkçası, kriz yaşayacağız, sürekli ağlayacak diye. Neyse tahmin ettiğim gibi olmadı ve çok uyumlu davrandı. O da sanırım baktı baba yok, el mecbur, anneye mecbur. Hiç sorun çıkarmıyor --uyku dışında.

Çok uzun süredir babası uyutuyordu yavrusunu. Şimdi akşamları uyku aşamasında bunlar bana kriz olarak geri dönüyor. Babayı istiyorum diye ağlamaya başlıyor. Ben de, Baba Olmak blogunda görmüştüm, hemen bir tane ağaç çizdim deftere, içine de onun boyaması rahat olsun diye koca koca 5 tane yuvarlak. Dedim ki her gece yatmadan önce bir elma boyayacağız ve hepsi bitince baba gelecek. İlk gece birlikte boyadık. Ertesi sabah kalktı, "hadi elmaları boyayalım baba gelsin" diye. Anlatmaya çalıştım, sadece akşamları boyayabiliriz, 4 kere daha yatıp kalktığımızda baba gelecek dedim. Dün okuldan geldik, ben aşağıda yemek hazırlıyordum, çıkmış bir koşu elmaları boyamış, heyecanla indi aşağıya, "baba geldi mi?" diye :)

Off, geriye kaldı 3. Çok özledim ben de (valla işçilik dahil değil bu özleme :P) Nasıl geçecek bu 3 gece? Ben de mi boyasam şu elma ağacını, ne yapsam...


January 2, 2012

Soğuk insanı hasta eder mi?

Bizim gibi çok soğuk bir yerde yaşıyorsanız, her çıktığınızda kar, dolu vs. ile karşılaşıyorsanız başlangıçta bu olağan doğa olayları sizi heyecanlara gark etse de, bir süre sonra "a yeter ama" deyip dellenmenize sebep olabilir. Ama aslında soğuk, halk arasında "üşütme"olarak bilinen, amerikancası "cold" olan ve viral yollarla geçen nezle, grip gibi hastalıklara sebep olmuyormuş. Şu yazıda diyor ki "bilakis, soğukta insanlarla yakın temas içerisinde kapalı ortamda oturmak ve virüslerin kolayca yayılmasına sebep olan kuru havaya maruz kalmak esas bizi hasta edendir." O yüzden dışarı çıktığınızda burnunuz akıyorsa sevinin a dostlar. Çünkü virüsler nemli burunu pek sevmiyormuş. Burunun akması da bir nevi savunma mekanizmasıymış. Yalnızca ayakları sıcak tutmakta fayda varmış. Islak ayakla 20 dakika gezinmek direncinizi kırabiliyormuş. Boşuna dememişler yani "ayağını sıcak tut başını serin, bul kendine bir iş düşünme derin" diye. Ha bir de nem oranı önemliymiş, %35'in altına düştüğünde sıcaklık da 5 derecenin altındaysa bu virüs kardeşler güzelce yayılabiliyormuş. Bize yazın gelmemelerinin bir sebebi de D vitaminiymiş. D vitamini bizim bağışıklık sistemimizi güçlendiriyormuş. O da camlara tosladığında epey bir etkisini yitiriyor bildiğim kadarıyla. Yine en iyisi dışarı çıkmak yani.

Burada eyalet yasası gereği hava sıcaklığı 25 fahrenheit'ın, yani -3.8 santigratın altına düşmedikçe kreşlerde çocukların her gün dışarı çıkartılması zorunlu. O yüzden siz de ısrarla kreşinizden talep ediniz. Çünkü bakınız dışarıda oynamanın, kirlenmenin yararları neymiş:

1.  Toprakta doğal olarak bulunan bir çeşit bakteri ile temas etmek vücutta mutluluk hormonu olarak bilinen serotonin salgısını artırıyormuş. (Lüks bir otele gidip çamur banyosu ve spa yapmak geçerli değil diyorlar :)

2. Yine dışarıda doğal olarak bulunan bu çeşitli bakterilere ve mikroplara maruz kalmak vücudun savunma sistemini güçlendiriyormuş. Ve hatta vücudun kendi hücrelerini tanımamasından kaynaklanan egzama, astım gibi hastalıklar için de iyiymiş kirlenmek. (Evde kirlenmenin, mesela dökerek yemek yemelerinin de yararları var, özellikle anne-baba için; sağlam egzersiz oluyor, eğil-kalk, yemekleri havada uçarken yakalamaya çalış, ben diyeyim 200, siz deyin 300 kalori gidiyor farketmeden.)

3. Dışarıda oynayamak yerine tercih edilen teknoloji, dikkat eksikliği, depresyon ve obezite ile ilişkilendiriliyormuş. (Ha bir de benden söylemesi çocukların gerçeklikle kurduğu ilişkiyi bozabiliyor. Bizimki 2 yaşındayken kısa bir süre için dokunmatik ekranlı bir cihaz kullanmasının akabinde yoldan geçen arabaları parmağıyla sürükleyebildiğini düşünüyordu :) O yüzden, ekrana değil hayata dokunalım diyerek aleti sattık ama aradan bir yıl geçmesine rağmen, halen gördüğü ekranları taciz etmeye devam ediyor sıpa.)

4. Dışarıda oynayan çocuklar daha çok gülüyorlarmış. Kan basınçları ve stres seviyeleri düşük oluyormuş.

5. Ve de birtakım karakter özellikleri gelişiyormuş: daha maceracı, iç motivasyonu daha yüksek ve riski daha iyi anlayıp değerlendirebilen bireyler oluyorlarmış.

O yüzden soğuk moğuk demeyip salmalı bahçeye çocukları. Ama hangi bahçeye? Güzel soru tabii. Bir cevabım var :) Mesela, verdiğimiz vergiler bize (arabalarımızla dünyayı daha çok kirletmek için yapılan) yol, (doğal kaynakları tüketerek veya nükleer enerji kullanılarak üretilen) elektrik, (derelerin HES'lerle katledilmesi sonucu üretilen) su ve (insafsız teknolojilerle her gün daha çok insanın öldürüldüğü) savaş olarak geri dönmese de, toplu taşıma araçlarının kullanılabileceği demiryolu, ray sistemi, çocukların oynayabileceği bahçeler olarak geri dönse? Olmaz mı? Ne güzel olur!