December 30, 2012

Bebek Bakımı Kitapları ve DVD'ler

2012'in hayatımızdaki en önemli olayı, ailemize bir bebişle birlikte bahar gelmesiydi şüphesiz. Bu süreçte, gerek kardeşli hayata hazırlık için okuduğum, gerekse bebişin bakımı ile ilgili okuduğum kitapların yazarlarına, çizerlerine, editörlerine, matbaacısına ve bu kitapları keşfetmeme yardımcı olan sevgili blogcu arkadaşlarıma teşekkür ederim. Emeği geçen herkesin çabasına sağlık!

Kitaplar
Tarzı biraz rahatsız edici olsa da bazı pratik bilgiler, özellikle de emzirme, uyku ve bebek rutini ile ilgili yazdıkları çok işime yaradı. Türkçeye Bebek Bakımına Mucize Çözümler olarak çevrilmiş.

Bu kitabın kardeşli hayata hazırlık bölümü çok yardımcı olmuştu. Daha çok bu kitaptan çıkardığım notları şu yazıda yayınlamıştım. Çocukluğa Geçiş Sorunlarına Mucize Çözümler olarak çevrilmiş Türkçeye. 

Bebeklerin belli haftalarda yaptığı zihinsel sıçramaları, bu süreçte bebeğinizi ve sizi nelerin beklediğini ve bebeğinize nasıl yardımcı olabileceğinizi anlatıyor. Bu kitabı sağolsun Tomurcuk sayesinde keşfetmiştim; kendisi çok güzel bir şekilde yazmış, buradan okuyabilirsiniz.

Tuvalet iletişimi (elimination communication) diye adlandırılan yöntem üzerine bir kitap, Türkçe'ye Bezsiz Bebek olarak çevrilmiş, bir önceki yazıda ayrıntılı olarak anlatmıştım. Bence bu kitap, Tracy Hogg'un ve Dunstan'ın kaçırdığı bir noktayı tamamlıyor. Evet, bebekler tuvalet ihtiyaçlarını da belli ediyorlar, tabii eğer dinlemek isterseniz.

Tuvalet İletişimi ile benzer bir felsefeye sahip olduğunu düşündüğüm BLW yöntemi katı gıdaya geçiş üzerine bir yöntem. BLW bebeğinizin kendi kendisini besleyebilme yetisine saygı duyuyor ve bunun için ona fırsat veriyor. Bu yöntemle ilgili olarak yazdığım yazılara şuradan ulaşabilirsiniz.

Daha çok attachment parenting ile ilgili olan bu kitaptan daha önce şu yazıda bahsetmiştim.


DVD'ler
Bebeklerin temel ihtiyaçlarını anlatmak için çıkardıkları 5 farklı sesi tanımlamış Dunstan, ayrıntılı bilgi için buraya bakabilirsiniz.

Harvey Karp yenidoğan bebekleri rahatlatmak için 5S olarak tanımladığı yöntemlerden bahsediyor. Yalnız bu yöntemler ilk 3 ay için geçerli. Bu DVD'nin bir de toddler için olanı var ki o bizde daha çok işe yaramıştı.

Aslında ben iPad'e birkaç tane app indirdim baby sign language için. Ve fakat herhangi bir işaret dili DVD'si de aynı işi görür. Hatta YouTube'da tek tek aradığınız işaretleri bulabilirsiniz. Bu işaret dilinin 4 aydan sonra daha işlevli olduğu söyleniyor. Başlangıç için süt ve tuvaleti kullanıyorum, şimdilik ara ara, daha çok kendim için. Becerebilirsem yemek, kitap, müzik, biraz daha, bitti, evet, hayır gibi işaretleri de eklemeyi düşünüyorum ilerde.

* * *
Kitaplar ve DVD'ler daha çok bebek bakımı ile ilgili. İleriki yıllar için de bir liste hazırlıyorum ama artık seneye :) Siz de faydalandığınız kitap, makale, DVD, ve saireleri yorumlara yazarsanız, belki yeni yılda, yeni annelere bir katkımız olur. 

Sağlıklı, mutlu, daha az kaotik, hatta mümkünse artık barış dolu bir yıl diliyorum bu sene... 

December 29, 2012

Tuvalet İletişimi

"Ben buraya çıplak geldim, utanmam yok."

Evet bebekler, bu dünyaya çıplak geliyorlar. Ama biz ne yapıyoruz? Doğar doğmaz ilk iş altlarına bir bez takıyoruz. Oysa bebekler, diğer hayvanların yavruları gibi kendilerini kirletmeme içgüdüsüyle dünyaya geliyorlarmış (http://www.bornpottytrained.com/). Ama bizim görmezden gelmemiz yüzünden, bir süre sonra çaresizce bezlerine yapmaya alışıyorlarmış. Sağolsun bez firmaları, buna bağlı diğer endüstriler ve tüm kullan-at'çılar!!!

Neyse ki, T. bizim ufaklık bir aylıkken farketti, altını kirletmekten hoşlanmıyor "bu kızan!" dedi. Hakikaten kızıyordu. Ama ben, olur mu canım öyle şey, o daha bebek, ne anlar dedim. Parmağımla herhangi bir yerine ufacık dokunduğumda sıçrayarak tepki veren çocuğun, nedense (?), altındaki yapışkan dışkıyı farkedemeyeceğini düşündüm. Ancak sonradan farkettim ki, aslında altını kirlettikten sonra değil, tuvaletini yapmadan önce rahatsızlık duyuyordu. Ormanda gezintiye çıktığımız bir gün, bebiş çok huysuzlanınca, T. altını kirletmiş olabilir dedi, altını değiştirmek üzere tuvalete götürdüğümde çok şaşırdım. Çünkü, sanki kaçırmış gibi azıcık yapmıştı ve altını açar açmaz hem çişini hem kakasını yapıp rahatladı. Anladım ki tuvaletini gerçekten de bezine yapmak istemiyordu.

Neyse, araştırdım ve tuvalet iletişimi denen yöntemle tanıştım. Ve bunun yeni bir şey olmadığını, çok eskiden beri uygulandığını, hala da pek çok ülkede yaygın bir şekilde kullanıldığını öğrendim. E tabii, hazır beze para, kumaş beze de su ayıramayan pek çok ülke/insan var bu dünyada.


Diğer tarafta da, bizim gibi tuzu kurular var.. bebeğimin altı kuru, keyfi yerinde olsun, başka bir şey istemem diyen, yalnızca çocuklarının mutluluğuyla kafayı bozmuş, kendisi mutsuz, doyumsuz bir nesil.

Evet, iki aylık bebenizin çişini ve kakasını tuvalete yapması gerçekten heyecan verici bir durum ama bir süre sonra zaten doğal olanın bu olduğunu anladığınızda, başka şeyleri sorgulamaya başlayıp kızıyorsunuz. Ben şu ara kızma dönemindeyim, düşündükçe kızıyorum, en başta da bizi, diğer türlüsü normalmiş gibi düşünmeye şartlayan sisteme kızıyorum.

Annelerimizin, anneannelerimizin yüzyıllardır uyguladığı gayet doğal olan bu olaya, "tuvalet iletişimi" diyorlar şimdi yeni moda terimlerle; "elimination communication" İngilizcesi. Geleneksel tuvalet eğitimi ile karıştırmamak gerekiyor yalnız. Nasıl acıktığında, uykusu geldiğinde, gazı olduğunda belli sesler çıkartıyor, tuvalet ihtiyacını da benzer şekilde ifade ediyormuş bebekler. Ve nasıl ki siz acıktığında emziriyor, gazı olduğunda çıkarmasına yardımcı oluyorsunuz, tuvalet ihtiyacı olduğunda da tuvalete götürüyorsunuz, ihtiyaçlarına cevap veriyorsunuz ve iki taraflı iletişimi kurmuş oluyorsunuz. Bu kadar basit.

İnternette pek çok kaynak var konuyla ilgili, Türkçe'ye çevrilmiş bir de kitap, Özgüranne yazmıştı yıllar önce, oradan aklımda kalmıştı kitap, aldım okudum: Bezsiz Bebek, Christine Gross-Loh tarafından yazılmış. İngilizce olarak da DiaperFreeBaby sitesi zengin bir kaynak oluşturuyor.

YouTube'da da nasıl tutacağınıza dair videolar var. Ben şuradaki gibi tutuyorum ve bizim bebiş aynen oradaki bebek gibi sesler çıkarıp esnedikten sonra yapıyor artık o anda ne varsa, çiş, kaka, vs. Bu şekilde gazını da çok rahat çıkarıyor emdikten sonra. Tuvaleti olmasa bile bazen böyle tuttuğumda gazını çıkartıp rahatlıyor.

Şimdi meraklısına ben nasıl yapıyorum, kısaca anlatmaya çalışayım...

Zamanlama
Bebiş uykudan her zaman kuru kalkıyor, evet, 7-8 saatlik uykularından bile kuru kalkıyor. Önce çok şaşırmıştım, sonra öğrendim ki bu gayet normal bir durummuş, uyku sırasında kendimizi kirletmememiz için bir hormon salgılanıyormuş. Sadece uykuda değil, bebekler araba koltuğunda ya da slingde de tuvaletlerini yapmıyormuş.

İlk olarak uyanınca götürüyorum ve hemen her seferinde çişini yapıyor. Eğer hemen yapmazsa, 1-2 dakika değiştirme pedinin üzerinden bekletiyorum, biraz geriniyor, açılıyor ve sonrasında mutlaka yapıyor.

Sonra emziriyorum, emzirme arasında, kendisi memeyi çıkartıp yüzüme boş boş bakmaya başladığında tekrar tuvalete götürüyorum. Genellikle, gece uykusundan sonraki ikinci emzirme arasında kakasını yapıyor ve tekrar biraz daha emiyor. Emme işi bittikten sonra arada çişini yapmamışsa bir daha götürüyorum ve bu sefer de çişini yapıyor. Kolaylık olsun diye, uyandıktan sonra altına bir şey giydirmiyorum, emzirirken battaniyeyle sarıyorum, böylece tuvalate götürmek daha kolay oluyor. Son olarak da uyumadan önce götürüyorum.

Tuvalet Sinyalleri
Uzun süre uyanıksa ve çişi gelmişse, gülerken, ya da sakince dururken bir anda huysuzlanmaya başlayıp ay ay diye tiz çığlıklar atıyor. Kaka için emmeye ara verip direkt olarak gözlerimin içine bakıyor, boş bir ifadeyle.

Okuduğum kitapta her bebeğin farklı sinyaller verdiğini söylüyor ve bu sinyalleri çözmek için en iyi yöntemin, bezsiz, belli bir zaman geçirmesi ve bu zamanda sizin onu gözlemeniz olduğunu söylüyor. Benim bu sinyalleri ve tuvalet ihtiyacı zamanlarını öğrenmem iki haftamı aldı. Başta biraz fazla ilgi göstermeniz gerekiyor ama bir kez öğrendikten sonra çok rahat oluyor. Harcadığınız vakit ve enerji, popoya yapışan kakaları temizlemek için harcadığınızdan kesinlikle daha az; ama en güzeli, tuvaletini yaptıktan sonra rahatlayan bebişinizin size gülerek bakması oluyor.

Diaper Free Baby'nin kurucularından Melinda Rothstein'ın söylediğine göre sinyaller yaşa göre değişiyormuş ama bazı ortak sinyaller şunlarmış:
  • kıpırdanma ya da huysuzlanma
  • ağlama
  • gaz çıkartma
  • uzun süre huzurlu bir şekilde durduktan sonra bir anda gerginleşme
  • homurdanma
  • kolları bacakları sallama
  • araba koltuğuna, slinge ya da çocuk arabasına oturmayı reddetme
  • 8-9 aydan sonra işaret dili ile tuvalet işaretini yapma (uluslararası işaret diline göre tuvalet işareti bizim ülkemize hiç uygun değil söyleyeyim (resmen nah işareti ile bay bay yapıyorlar). Türkiyelilerin nasıl yaptığını bilmiyorum ama ben sadece elimi yumruk yapıp sağa sola sallıyorum, bunu yaparken de tuvalet diyorum)  
  • emeklemeye veya yürümeye başladıktan sonra tuvalete ya da oturağın yanına gitme. 

Bez / Alıştırma kilodu
Çevre için en sağlıklısı kumaş bez kullanmak şüphesiz. Ve fakat iki çocukla çok zor olur diye cesaret edememiştim ama artık kullandığımız bez sayısı epey azalınca,  kumaş beze geçmeye karar verdik. bumGenius diye markanın kumaş bezinden aldık denemek amaçlı (hem 2 senedir kumaş bez kullanan bir arkadaşım tavsiye etmişti, hem de Amazon'da en iyi yorum alan oydu). Ama şimdi o bile fazla gelmeye başladı. Aradım taradım, bu kadar küçük popolar için alıştırma kilodu bulmaya çalıştım --alıştırmaktan ziyade bezlerin bacaklarda bıraktığı izler yüzünden pek rahat olmadığını düşündüğüm için. Tabii ki, ana-akım alışveriş sitelerinde bulamadım ama en sonunda iki girişimci annenin açtığı alternatif bir sitede buldum: The EC Store. Yaşasın girişimci alternatif anneler!

Türkiye'deki kumaş bezler için Cincüce Banu çok güzel bir araştırma yapmış, bir de kumaş bez konusunda çok güzel şeyler yazmış, okumadıysanız buyurun sizi buraya alalım.

Lazımlık / Oturak / Adaptör
Lazımlık olayını oldum olası hiç sevmedim. Şu anda zaten bir yere oturacak durumu da yok, yukarıda bahsettiğim videodaki gibi direkt tuvalete tutuyoruz. Meraklısına söyleyeyim, hayır henüz hiç tuvalete düşürmedim (bir arkadaşım anlattığımda ilk olarak bunu sordu da :P). Kendi kendine oturmaya başladıktan sonra da BabyBjorn'un tuvalet adaptörü var, ablasının kullandığı, onu kullanabiliriz diyorum ama bir yandan da bu squat pozisyonu daha rahat olduğu için lazımlık lazım olabilir diye düşünüyorum, e ne de olsa lazım-lık :) Aynı markanın lazımlığı da vardı bizde, dışarısı için de Potette'in tuvalet adaptörü'nü kullandık epeyce. Çok reklama girdim, pardon! Ama cidden yıllardır severek kullandığımız ürünler oldu bunlar. Ve beze sürekli para vermekten daha iyi bir yatırım olabilir diye düşündüm. Tabii ki bunların hiçbiri şart değil, herhangi bir yoğurt kabı da aynı işi görebilir kanımca :)

*Bir de Becopotty varmış, Cincüce Banu yorumlara eklemiş, işi bitince toprağa gömülebiliyormuş, muhteşem :)

Eleştiriler
Kitapta, çişini ya da kakasını yaparken belli sesler kullanarak şartlayabilirsiniz diyor --çişşş, psssss, mmmm, vs. Pavlov'un köpeği durumu yaratmaktan kaçındığım için çok fazla kullanmıyorum, onun yerine çiş yaptığını söylüyorum yaptığı zaman. Bir de söyleyerek tuvalet işareti yapıyorum --kendi dönüştürdüğüm haliyle.

Kitapta bebeğinizi üzerinizde bir slingde taşımanın yardımcı olacağı söyleniyor ama 2,5 aylıkken 6 kilo olan bir bebeği taşımak pek de kolay değil. Benim gibi kronik sırt ağrısı çeken annelerdenseniz endişelenmeyin, sürekli taşımadan da oluyor. Hatta daha rahat oluyor, çünkü bebekler güvendikleri bir insanın kucağındayken rahatça tuvaletlerini yapabiliyorlar (sanırım onları kirli bırakmayacağınıza güveniyorlar) ama sizden uzaktayken tuvaletleri geldiğinde huysuzlanıp daha net işaret veriyorlar. Bir de yatarak tuvaletlerini yapmaları daha zor sanırım, bu yöntemle çömelme pozisyonunda rahatça yapabildikleri için bir seferde işlerini halledebiliyorlar. YavruSu'dan hatırlıyorum, günde 5-6 kez az az yapardı kakasını.

Bu yönteme yapılan eleştirilere gelince, en büyük eleştiri, Freud'u k.çıyla okuyanlardan geliyor. Evet zorlama olduğunda belki psikolojisi etkilenebilir ama esas zorlama kendisini kirletmeme içgüdüsü ile dünyaya gelen bebeğin altına bez bağlayıp kendini kirletmesine neden olduğunuzda ve 2 yaşına geldiğinde de bir anda bezi çıkartıp 2 yıldır alışmış olduğu düzeni değiştirmeye çalıştığınızda oluyor bence. Başta da söylemiştim, bu yöntem, geleneksel tuvalet eğitimine karşı. Herhangi bir zorlama yok, ne ödül, ne de ceza. Hatta, aferin bile yok. Zaten aferinlik bir durum da yok. Meme emdiğinde aferin diyor musunuz, ya da emmediğinde kızıyor musunuz? Buna da aynı şekilde bakmak gerekiyor, gayet doğal olan bir ihtiyacını karşılamasına yardım ediyorsunuz. Belki şekilli mıçarsa, ya da enteresan bir açıyla çişini yaparsa heyecanlanıp aferin yavruma diyebilirsiniz ama illa demek istiyorsanız kendinize deyin, çocuğunuzun ihtiyacına cevap verdiğiniz için, doğru bir şekilde iletişim kurduğunuz için. Aferin, 100.

Ama 100 almak için mükemmelliyetçi olup strese girmeye hiç gerek yok. Tam zamanlı uygulanabileceği gibi, yarı zamanlı, hatta arada sırada bile uygulanabileceğini söylüyor kitapta. Bir de başlamak için hiçbir zaman geç olmadığını. Hatta kitapta geç başlayanlar için farklı öneriler de var.

Son olarak, her şeyi olduğu gibi, bunu da abartmamak gerekiyor. Hayatlarının belli bir döneminde zaten tüm çocuklar tuvalete yapmayı öğreniyor. Ve hayatlarında, hayatlarımızda, genel olarak hayatta hep daha önemli şeyler oluyor. İletişim kanallarımızın herkese ve her şeye açık olması dileğiyle...

Kaynaklar: 
Güncelleme:

Tuvalet İletişimi Facebook Grubu: https://www.facebook.com/groups/tuvaletiletisimi/


----------------------------

Tuvalet İletişimi Kitabı artık tüm kitapçılarda ve online kitabevlerinde: 



November 11, 2012

Bebek Dili


YavruSu'da geç keşfetmiştim, bu sefer tam zamanında yetişti Priscilla Dunstan. Dunstan, özel duyma yeteneği olan bir müzisyen. Oğlu doğduğunda onun belli ihtiyaçları için belli sesler çıkardığını keşfetmiş. Sonra 8000 bebek üzerinde araştırma yapmış ve bebeklerin doğduğu kültürden bağımsız olarak aynı sesleri kullandığını keşfetmiş.

Abla Su, yine kardeşinin ağlamasından şikayet ettiği bir sırada oturttum ekranın karşısına birlikte Bebek Dili DVD'sini izledik. Bak dedim, belli seslerle belli şeyler anlatmaya çalışıyor kardeşin, hadi onları keşfedelim. İşe yaradı biraz. Şimdi "eeh eeh" diye ağladığında gazı var anne, gazını çıkaralım diyor, ya da "neh, anneee, ıngaa, ıngeee" diye ağladığında karnı acıkmış, emzir diyor :) Benim için de çok iyi oldu, ne zaman uyku ağlaması, ne zaman açlık ağlaması, gaz ağlaması kolayca anlıyorum. Hep beraber rahat ettik yani anlayacağınız. Yalnız, bu sesler refleksif olduğu için sadece ilk 3 ay işe yarıyormuş, sonra değişiyormuş.

DVD'si Amazon'da var. Ya da ikinci el çocuk eşyaları satan mağazalarda da bulabilirsiniz, ki biz böyle bir yerden almıştık. Eğer buralara ulaşımınız yoksa, YouTube'da da bir kısmı var. Fakat tavsiyem, indirmek istiyorsanız şu anda yapın çünkü sonra telif vs. nedenlerle kaldırabiliyorlar.

October 22, 2012

"Anne ahtapot olmak ne kolay" --olurdu!

Ah ah! Valla bugünlerde tek düşündüğüm bu: birkaç ekstra kol :P Ne kolay olurdu her şey!
Bir kolumla Bahar'ı emzirirken, diğer kolumla T.Su'ya kitap okuyabiliyorum ama sayfa çevirirken meme de Bahar'ın ağzından kaçıveriyor. Bir kolum daha olsaydı diyorum ne güzel olurdu. Ne kolay olurdu anne ahtapot olmak :) Ama adeta bir balık gibiyim. Alık bir balık. 2 yavru demek çok yavru demekmiş meğer. Neyse ki annem burada. Bu demek oluyor ki 2, hatta 4 ekstra kol; çünkü annem pek pratik bir kadın vesselam. Gidince ne yapacağım bilemiyorum. Yok yok şart benim ahtapota dönüşmem.


Genelde iyi gidiyor aslında. Su'cuk beklediğimizden daha iyi bir performans gösteriyor. Bebiş emmediği, ağlamadığı ve uyumadığı zamanlarda çok mutlu. Bu da demek oluyor ki günde en fazla yarım saat :P Geçen gün kızdı bana "Ne biçim bebek doğurmuşsun, sürekli ağlıyor!" diye. Dedim, sen kendi bebekliğini görseydin, ilk evden kaçma planlarını yapardın herhalde :P

Şaka bir yana, gel-git'ler yaşasa da arada, birebir zaman geçirebildiğimiz zaman sorun çıkarmıyor. 'Birisi'yle birebir zaman geçirebildiğim zaman ben de sorun çıkarmıyorum hiç :P Öyle, ailecek gül gibi geçinip gidiyoruz o nadir anlarda :P Olay, önlemler kısmında gizliymiş yani, onu anladım. Bir de rutinin dışına çıkmak gerekiyormuş arada. Annem varken iyi, hoş da, gidince ne yapacağız bakalım. Ahtapota mı dönüşsem, baykuş olup uykusuz gecelere meydan mı okusam bilemiyorum. Sanırım en iyisi çok geç olmadan yatsam uyusam... Hadi herkese iyi uykular, renkli rüyalar :)



October 4, 2012

Bahar geldi ailemize :)

Ablası gibi tam 40 hafta 1 günlükken geldi Bahar, neşe getirdi ailemize :)

Yalnız bu ablasını epey bir solladı doğum hızı konusunda. İlk doğumda 'epeyce' bilgilendikten sonra, dalga geçiyordum, olmaz diyordum ama doğum, öyle filmlerdeki gibi bir anda olabiliyormuş

YavruSu'nun Su Gibi Doğumu diye yazmıştım bundan 3,5 yıl kadar önce... Öyleyse bu da Bahar'ın şimşek hızıyla fırlaması oldu diyebilirim :)

Pazartesi akşamı, 8:30'da başlayan ani ve şiddetli sancılarla kendimizi zor attık hastaneye. 9:10'da hastane odasına girdik ve 9:18'de doğum oldu. 3 itmede çıktı Bahar. Biraz uzakta yaşasaydık, ben de yol kenarında doğurup taşla kesecektim herhalde kordonunu. Neyse ki yetiştik son anda. 

Tabii öncesi var, ebemiz sağolsun, uyarmıştı beni, bu doğumun hızlı gelişebileceği konusunda. Öyle evde oturup sancıların 10 dakikada bir, 5 dakikada bir düzenli gelmesini bekleme, şiddetine bak, düzenli olmasa da vakit kaybetmeden hastaneye gel demişti. 

Nitekim dediği gibi oldu, önce tek bir tane epey şiddetli bir sancı geldi. Annemle yemekten sonra yürüyüşe çıkmıştık. Birden sanki suyum gelmiş gibi bir kütlenin aşağıya düştüğünü hissettim. O düşme hissiyle beraber sanki kalçam açıldı ve belime çok şiddetli bir sancı girdi ama 30 saniyede geçti. Sonra bir saat boyunca hiçbir şey olmadı. Derken 8:30 gibi çok şiddetli sancılar gelmeye başladı düzenli olarak. Sonra kanamam oldu, hatta hemen akabinde felaket bir itme hissi geldi, her kasılmayla daha çok yaşadım bu hissi, itmeye başlasaydım evde doğurabilirdim. Neyse ki hastaneye kadar tuttum, odaya girince kendimi yatağa zor attım, nasıl dayanacağım derken 8 dakika sonra doğurdum. Toplam 48 dakikada her şey olup bitmişti. Geriye kalan şaşkınlık hissi ve bir kez daha doğurmanın ne kadar güzel olduğuydu. Hamilelik de çok güzel ama 9 ay boyunca karnınızda taşıdığınız bu canlıyla karşılaşmak tarifsiz bir duygu gerçekten. Göğsüme yatırdıklarında bunu tekrar tekrar yaşamak istediğimi düşünürken buldum kendimi. Neyse, sonra bir taraflarıma cimcik attım da kendime geldim :P

Aslında doğumun bu kadar hızlı olması bebek için pek iyi olmadı. Doğum kanalında yeterince kalamadığı için sıvılarını tam boşaltamadı, ağzından sürekli tükürük çektik. Benim için de çok ani gelişti, hastane çantamıza koyacaklarımızın listesini hazırlamıştım, kasılmalar düzenli olmaya başlayınca kasılma aralarında vaktim olacak, o zaman koyarım diyordum, ama bir anda çok şiddetli bir şekilde 2 dakikada bir'le başlayıp sancı uzunluğu 1 dakika sürünce hiçbir şey yapamadım tabii. Öylece gittik hastaneye. 

Neyse ki hastanede hemen her şey vardı, ne yazık ki sütyen yoktu (:P), neyse ki yalnızca 48 saat kaldık ve kimse gelmedi, ne yazık ki uzakta yaşamanın ve yeni taşınmış olmanın ceremesiydi bunlar, neyse ki internet vardı, ailemiz ve arkadaşlarımızla görüşebildik rahatça :) Sağolusun, mail atan, yorum yazan, güzel dilekler gönderen, beğenen beğenmeyen herkesin ellerine, dillerine, yüreklerine sağlık! Bu mutlu günümüzde 'yanımızda' olduğunuz için çok teşekkür ederiz! 


September 28, 2012

Ölüm kimseye yakışmıyor!

Türkiye'deyken akşam ezanından korkan YavruSu sürekli bir sorgulama içerisinde idi:

Ezan bana bir şey yapar mı?
- Yok sana yapmaz.

Ezan anneme bir şey yapar mı?
- (Annene yapabilir, böyle devam ederse yakındır :P Şaka!) Ezan öyle bir şey değil, o bir ses...

Ezan havada mı uçuyor?
- Hımm, evet sayılır, ses dalgaları, malum...

Ezanın yüzü benekli benekli, bacakları kıllı kıllı mı?
- Haşaa, tövbe de kız! :P Ezan öyle bir şey değil, o bir çağrı, hani amin yapan bir dede görmüştük ya, ezan amin saatini haber veriyor, insanları dua etmeye çağırıyor.

Amin yapmak çok mu kötü bir şey?
- Yoo, neden ki?
O dedenin kafası sargılıydı.
- Takke diyorlar ona...

* * *
Amerika'ya döndük, ezan bitti, soru sormaz artık derken yeni evimiz kilisenin karşısında olunca çanlar vasıtasıyla yine başladı sormaya: "Bu çanlar neden çalıyor?" Dedim aynı ezan gibi, insanları dua etmeye çağırıyor. Bu sefer, "insanlar neden dua ediyor?" diye sordu, sonra ekledi, "ölmemek için mi?"

Ah yavrum, canım kızım, öyle takılmış ki ölüme... Sürekli sorup duruyor, nasıl ölünür, ne zaman ölünür, ben ölcek miyim,... Yaşam döngüsünü anlattım. Sonra bir gün sofrada baktım yemeklere şöyle ucundan dokunuyor, zorla yiyor, hayrola dedim, "yemek yemiycem ben" dedi ve ekledi: "ben büyümek istemiyorum, yaşlanmak istemiyorum, yaşlanınca ölünüyor, o yüzden yemek yemiycem" dedi.

Buyur burdan yak! Ne desem diye durdum düşündüm. "Yemek yemezsen de ölürsün" desem... yok, fazla sert. Zincirlikuyu mezarlığına bağlasam, "Her Canlı Ölümü Tadacaktır'" desem... psikopat anne! yok, olmaz! Kaldım öyle bir şey diyemedim. Nasıl derim, hele hele hiç sebepsiz yere ölenleri nasıl anlatırım, dünyada silah denen bir şey olduğunu, yaşam döngüsünün orta yerinden girip insanların canını aldığını, savaşları, kadın cinayetlerini, çocuklara yapılan işkenceleri nasıl anlatırım... Anlatamadım, anlatmadım. 3,5 yaşında bir çocuğa anlatılır mı bunlar? Çocuklara bunları yaşatanlar için dilimin ucunda bir sürü kelime... ama tek söyleyeceğim: Lanet olsun tüm savaşlara!

Biz daha sonra bir kitap bulduk kütüphaneden, "When dinosaurs die" diye. Yalın bir dille, neden ölündüğünü, öldükten sonra geride kalanların neler hissettiğini, onlara nasıl yardımcı olabileceğimizi, farklı inanışlardaki insanların uyguladıkları ritüelleri ve öldükten sonra ne olduğuna dair farklı inanışlara, farklı bakış açılarına yer veren geniş perspektifli bir kitap. Gidip gelip okuttu, uzun uzun inceledi. Sonra da bu kitap garip diye kütüphaneye geri götürmek istedi. Şimdi sorgulamaları azaldı ama arada hala devam ediyor, sen yaşlı mısın, biz kaza yapar mıyız, öldükten sonra ne olur, vesaire vesaire.

Yaşam dolu, yaşamak istiyor, uykuya hala tüm gücüyle direnmeye devam ediyor. En son patladı, "ben uyumak istemiyorum, ben yaşamak istiyorum!" diye. Canım yavrum, bu küçücük yaşında düşündüğün şeylere bak! Çok yaşarsın umarım, su gibi uzun bir ömrün olur... Akranların da yaşasın, herkes yaşasın, her canlının yaşama hakkı var, ölüm kimseye yakışmıyor!

September 25, 2012

Çocuklu hamile yogası :)

İlk hamilelikte yogaya gidilebilir ama ikincisinde evdeki imkanlar/insanlar değerlendirilir :) 

Yoga kartları daha önce bahsettiğim "My Daddy is a Pretzel" kitabının kartları. Bir kutu içerisinde renklere göre kategorize edilmiş 50 tane kart var. Kartların ön yüzünde hareketi gösteriyor, arka yüzünde aşama aşama nasıl yapılacağını tarif ediyor. Tarifler resimli olduğu için minnaklar tek başlarına da yapabiliyor ki bizim yavru kendi kendine vakit geçirebiliyor bu kartlarla.

Pembe kartlar, partnerle yapılan hareketler; sarılar, oyun kartları; morlar, farklı nefes teknikleri; koyu yeşiller, denge hareketleri gibi... Daha ayrıntılı bilgi için buraya bir tıklayabilirsiniz.

Bir de haftada 2-3 kez kütüphaneden aldığım bir DVD eşliğinde yoga yapıyorum. Onun güzelliği de, her trimesterdan bir kadın var ve yoga pozlarının trimesterlara göre modifiye edilmiş hallerini yapıyorlar. Daha ayrıntılı bilgi için buraya ya da buraya bir tık.

Hamilelik...

"Hamilelik üzerine olanı giymektir. Kimin dolabından olduğu farketmez.

September 17, 2012

Kardeşli Hayata Hazırlık Vol.2 (Ebeveyn Rehberi)

Daha önce kardeşli hayata hazırlık ile ilgili yazmıştım. O hazırlıklar daha çok abla olacak keçimizi hazırlamak içindi. Ve fakat Yeliz kuzen kıskançlığı üzerine yazınca farkettim ki onu hazırlamaya çalışırken biz kendimizi unutmuşuz --hele de elimizde böylesine cadı bir abla adayı varken... Olacak iş mi deyip düştüm kütüphane yollarına. Bir tane kitap aldım, okudukça panikledim, gittim 2 tane daha aldım, notlar çıkardım ve buzdolabının üzerine astım.

Yarın annem geliyor. Annelik böyle bir şey işte, mesaisi hiç bitmiyor. Canım annem işini gücünü bırakıp yüzlerce kilometre yol gelecek, üçüncü kez. Evde üç yetişkin olacağız. Çok sıkı işbirliği yapmamız lazım. Açıkçası korkuyorum. Bizim cadı Su şimdiden anlaşmalar yapmaya çalışıyor.
"Memelerden bir tanesini ben emeyim, bir tanesini kardeşim emsin, olur mu öyle bir şey, olmaz di miii?" 
diyerek alarm çanlarını çalıyor. Hal böyleyken, bize sıkı bir çalışma yapmak düşüyor. Ama biliyorum ki yine de bir sürü kriz yaşanacak ve bizimki hep çalışmadığımız yerlerden arıza çıkaracak... Hadi hayırlısı :-)














Kaynaklar:
Tracy Hogg & Melinda Blau (2003). Secrets of the baby whisperer for toddlers. Ballantine Books. (Notlar daha çok bu kitabın kardeşle ilgili bölümünden)

Anthony E. Wolf. (2003). "Mom, Jason's breathing on me!": The solution to sibling bickering. Ballentine Books.

Leo Babauta (2012). The way of the peaceful parent. http://zenhabits.net/the-way/

September 12, 2012

Artık!

Aslında kötü geçmedi hamilelik. T.Su'da 9 ay boyunca mide problemim olmuştu. Bazı yemekleri bir daha hiç yiyemeyeceğimi düşünüyordum. Çikolata kokusu midemi bulandırıyordu. Hemen hiç tatlı yiyemiyordum. Bu sefer ne bulantı, ne reflü. Oh dedim bu hamilelikte doya doya yerim artık. Yazın da Türkiye'de olacağız zaten, gerek Adana yöremizin şerbetli-yağlı tatlıları, gerekse Ege bölgemizin sütlü-meyveli tatlıları gözümde tütüyordu. Aslında öyle çok tatlı seven birisi değildim ve şekerin zararlarını bildiğim için pek tüketmemeye çalışıyordum ama ne olduysa oldu bu hamilelikle birlikte resmen gözüm döndü. Ve bu göz dönmesi bana ilk 20 haftada alınan 11 kilo olarak geri döndü ki bu ilk hamileliğimde 40 haftada aldığım toplam kiloya eşdeğerdi. Bu sefer minimum 25 ile kapatırım diyordum ki artık allahın bir hikmeti midir yoksa hızla büyümem karşısında dehşete düşen sevgili kocamın labaratuvarla anlaşması mıdır bilinmez; şeker testi sonuçlarım 'tatlı' rüyalarımı kabusa çevirdi.

Gerçi sadece 2 saatlik şekerim yüksek çıktı ki burada değerlerden yalnızca bir tanesi yüksekse hamilelik diabeti demiyorlarmış ama ben bunu çok sonra öğrendim. Neyse, hemen dikkat etmeye başladım. Aslında kiloyu, şekeri çok dert ettiğimden değil ama hamilelik şekerinin bebeği makro boyutlara ulaştırabileceği bilgisini edindikten sonra rüyalarıma giren doğum korkusundan ve de doğduktan sonra bebeğin başına gelebileceklerden (hipoglisemi dolayısıyla oluşabilecek komplikasyonlar).

Velhasılıkelam, yürüyüş yaptım, yüzdüm, besinlerin karbonhidrat değerlerine ve glisemik indekslerine dikkat ederek yedim (ayrıntılı yazmayacağım zira Tomurcuk benim  de yapmaya çalıştığım şeyleri çok güzel yazmış burada ve şurada). Ve ilk 20 haftada aldığım 11 kilonun üzerine, sonraki 17 haftada yalnızca 2 kilo ekledim. Yani eksi 12'deyim :P Ama yine de son ayın yüce hikmetlerinden kendimi kurtaramadım. Sonuç olarak:
Akciğerlerimi, midemi ve idrar torbamı tam kapasite geri istiyorum artık, yeter!
Biliyorum karşılığında memelerimi ve kollarımı kaptıracağım ama olsun, buna hazırım, fazlasıyla hazırım --en azından fiziksel olarak…

------------------
Şekeri olan şeker gebeler için birkaç link:
Gestational diabetes: http://www.babycenter.com/0_gestational-diabetes_2058.bc
Glycemic index chart: http://www.herbalvitality.info/aw/glycemic_index.htm
Carbonhydrate counting: http://nutritioncaremanual.org/vault/editor/Docs/CarbohydrateCounting_FINAL.pdf

Hamilelik diabeti olanlar için önerilen karbonhidrat miktarı*:
Kahvaltı: 30 gr
Ara öğün: 15-30 gr
Öğle yemeği: 45-60 gr
Ara öğün: 15-30 gr
Akşam yemeği: 45-60 gr
Gece öğünü: 15-30 gr

*Karbonhidrat alımını tamamen kesmemek gerekiyormuş. Sonuçta, vücut için önemli bir enerji kaynağı. Ancak karbonhidratı basit şekerlerden değil de kompleks karbonhidratlardan seçmek gerekiyormuş. Burada örnek bir liste bulunabilir.

Bunlar da şekerin zararları ile ilgili makaleler:
Sugar Should Be Regulated As Toxin, Researchers Say
Sugar: Addiction & Dangers 
Sugar's effect on your health

July 16, 2012

Kardeşli hayata hazırlık

Kardeş projesi henüz hiç akıllarda yokken bizim yavru kendi kendine bir hayali kardeş edinmişti. İsmi Ayla idi. Arkadaşının kardeşinin adıydı Ayla, sanırım onu tüm kardeşlere verilen genel bir isim zannetti. O zaman henüz fikir düzeyinde bile tohum halinde olmayan Ayla, gündelik konuşmalarda kardeşlik hallerinden epey bir nasibini aldı. "Ben yapmadım, Ayla yaptı, Ayla kırdı, Ayla döktü..." Bizimkinin yaramaz yanı Ayla oldu.

Gel zaman git zaman biz de "Ayla" fikrine sıcak bakmaya başladık. Daha doğrusu bizimki 3 yaşına gelip de görece biraz daha rahatlayınca, alışmamış bünyeye rahat battı. Gerçi, T.Su hala gece birkaç kez uyanıyor, gündüz uyumamasına rağmen gece çok zor uyuyor, sabah erkenden hortluyor, gecenin bir vakti bizim yatağa geliyordu ama en azından çoğu işini kendisi halledebiliyordu. Yine de modern zamanlarda "çılgınlık" olarak tabir edilebilecek bu işe kalkışmak ancak delilerin cesaret edebileceği bir olaydı ki aslında biz çok sakin insanlardık :P

Nasıl olduysa oldu, "başa gelen çekilir, az çok tecrübemiz de var" diyerek olayı bir şekilde kabullendik. Ve fakat bizim kızın kendi bebekliğini ve bize çektirdiklerini hatırlaması çok mümkün olmadığı için, bizim yaşadığımız etkiyi o yaşamasın diyerek anlatmaya başladık: Bak kızım, bebek işi zor iş; kimse bize sen doğmadan önce anlatmamıştı, sen şanslısın, biz seni uyarıyoruz, "Ayla" gelince şaşırma, sabrımızı bir de sen taşırma diyerek olaya girdik (şaka :-) Ama anlattık uzun uzun, hatta onun kendi videolarını izlettik, resimlerini gösterdik; konuşamadığı için derdini ağlayarak anlatacak, bazen neden ağladığını anlamak için karıştırmadığımız kitap, sormadığımız insan kalmayacak ama yine de nedenini bulamayacağız; o zaman, kafa kafaya verip biz de ağlayabiliriz --özellikle de anne kişisi. Zaten anne denilen kişi, değişen hormonlarının etkisiyle vırta zırta ağlayacak, gecede bilmem kaç kere kalkmanın etkisiyle zombi gibi etrafta dolaşacak ama ne olursa olsun hepimizi sevmeye, çok sevmeye devam edecek. Ve hep birlikte bebeğimizi büyütüp kendimize sıkı bir oyun arkadaşı yetiştireceğiz :)   

Hazırlık
Bunları anlatırken ve YavruSu'nun sorduğu ahret sorularını yanıtlamaya çalışırken kitaplardan epey faydalandık. Zaten ikinci çocukta, hamilelik üzerine yoğunlaşma, ilkindeki gibi araştırma yapma, takip etme derdi pek olmuyor. Hem deneyim dolayısıyla rahatlamış olunuyor, hem de bu mucizevi olaya evdeki ufaklığın verdiği tepkileri izlemek her şeyden daha ilginç oluyor.

Öncelikle her zaman yaptığımız gibi en yakınımızdaki kütüphaneye koştuk. MCPL'in hazırladığı kitap listelerinden faydalandık. Brothers and Sisters and New Babies listesindeki çoğu kitabı kütüphaneden alıp okuduk. YavruSu'nun en çok hoşuna gidenler şu üçü oldu:

Sonra Banu'nun anne-log blogunda yazdığı "Kızım kardeşli bir hayata hazırlanırken" yazısından ve önerdiği şu iki kitaptan çok faydalandık: 
  • Baby on the Way (bu kitabı özellikle diğer ebeveyne okutmanız tavsiye olunur, durup dururken gelen ayak masajları bonusu oluyor :)
  • What Baby Needs

Bir de sağolsun Senem, Firarperest ve Sarı Çizmeli'nin hediye ettiği kardeşli kitaplar, Türkiye'de İngilizce konuşulmaz diyerek İngilizce kitaplarını okutturmayan YavruSu için ilaç gibi geldi:

3 Aşama
Aslında olayın 3 aşaması vardı anlatılacak:
  1. Hamilelik ve bebeğin anne karnında gelişimi
  2. Doğum
  3. Kardeşli hayatımız

İlk aşama: Bizimkinin sorduğu "O bebek senin karnına nasıl girdi? İçerde ne yapıyor? Neden hep senin karnında büyüyor, biraz da babamın karnında büyüse olmaz mı?" gibi soruları için birtakım yanıtlar veriyorduk ama bu konuda derli toplu bir kitap yeni elimize geçti. Sağolsun Bir Dolap Kitap bu konuda çok güzel bir kaynak oldu:

İkinci aşama için yani YavruSu'nun "o bebek ordan nasıl çıkacak?" sorusu için daha önce bahsettiğim doğum simulasyon videosunu izlettik. Aslında çocuklarını doğuma götürenler ve hazırlık olsun diye gerçek doğum videosu izletenler de varmış ama biz doğuma sokmamaya karar verdik. Benim kasılmalar yüzünden acı çektiğimi düşünebilir ve etkilenebilir diye istemedik. Ama çocuğunun doğuma girmesini isteyenler için aşağıdaki linkte harika bir kaynak yazı var: 

Son aşama için de henüz net olarak işe yaradı diyemem elbette ama diğer tüm kitaplar, eve gelen yeni bir bebeğin hayatımızı nasıl etkileyeceği, bizi neler beklediği, kardeşli hayatın iyi ve zor yanları için fikir veriyor. "O hep benim kardeşim mi olacak?" sorusuna da kendi kardeşli hayatlarımızdan güzel anektodlarla cevap oluşturmaya çalışıyoruz. Bakalım dışarı çıkınca neler olacak, heyecanla bekliyoruz...

* * *
Şu aşamada kardeş olayını epey kabullenmiş görünüyor. Gelip karnımı öpüyor, sürekli onunla konuşmak, daha doğrusu tarafımdan konuşturulmak istiyor, seni çok özledim, gel artık diye sabırsızlanıyor ve hatta ona şarkı bile yazıyor :)

July 14, 2012

Başka Bir Okul Mümkün!

Evet evet, yanlış duymadınız; mümkün! Başka Bir Okul Mümkün!
Birtakım güzel insanlar uzunca bir süredir bunun için canla başla uğraşıyorlar. 
Bu Pazar günkü tanıtım ve dayanışma toplantısının çağrı metni aşağıda...
Ve sonunda hayallerimiz gerçek oluyor, "başka bir okul" çocuklarla birlikte "mümkün" oluyor :)  



Merhaba;

Başka Bir Okul'u mümkün kılmak adına çok çalıştık, çok koşturduk. Sonuçta hatırı sayılır bir yol aldık. Niyetimiz, çabamız 2013 yılının Eylül ayında okulumuzun kapılarını aralamak.

Bugüne dek neler yaptık, bundan sonra nelere ihtiyaç var sizlerle paylaşmak, konuşmak istiyoruz. Aramıza katılmak isteyip bugüne dek fırsat bulamamış, vakit ayıramamış arkadaşlarımıza yer açmak, yeni dostların enerjisiyle sorunları daha hızla aşmak istiyoruz.

"Başka Bir Okul" hayalimizi, kat ettiğimiz mesafeyi ve şimdi bizi nelerin beklediğini paylaşacağımız Dayanışma ve Tanışma Toplantısı'nda hepinizi aramızda görebilmek umuduyla.

Toplantımıza tabi ki çocuklarımız da davetli. Toplantı boyunca Serkan Kırmızı "Davulumdan Masallar" atölyesiyle onlarla birlikte olacak.

Yer: Boğaziçi Üniversitesi, Güney Kampüs, Demir Demirgil Toplantı Salonu Tarih: 15 Temmuz 2012, Pazar Saat: 17:00 - 20:00

Sorularınız ve daha fazla bilgi için aşağıdaki iletişim bilgileri üzerinden bize ulaşabilirsiniz.

Dayanışmayla;
Feyza EYİKUL
Koordinatör
Başka Bir Okul Mümkün Derneği
İletişim Ofisi:Sinanpaşa Mah. İlhan Sok.
Pembe Rüya Apt. No:15 D:4
Beşiktaş/ İstanbul
Gsm: 533 383 4316

July 4, 2012

Nasihat etme 'becerisi'


Gece bir türlü uyumak bilmeyen keçi Su, sabah bir türlü ayılamayınca kahvaltıda bunu fırsat bilip nasihat etme çalışmalarına başlamıştım:
- Biliyor musun, bütün canlıların uykuya ihtiyacı vardır...
ki hemen T. araya girdi:
- Canlı ne demek biliyor musun T.Su?
Ben hızlıca atladım
- Mesela canlılar hareket ederler,
deyip tekrar konuya dönecektim ki, YavruSu atladı bu sefer; ayıcıklı bal şişesini sallayarak 
- aaa bak bu canlı, hareket ediyor,  
dedi ve sonra aklına geleni saymaya başladı.
- deniz de canlı, yani dalgalar canlı, onlar da hareket ediyor, sonra rüzgar canlı, bisikletimin pedalları canlı, canavarlar canlı, ...
- :/
Sonuç:
Babanın baltalama becerisi: 100
YavruSunun sıvıştırma becerisi: 100
Annenin nasihat etme becerisi: 0


June 24, 2012

Kayu plastik mi?

YavruSu: Sen Kayu'yu sevmiyor musun?
Evren: Hayır sevmiyorum. 
YavruSu: Neden? Kayu plastik mi?
* * *

Geçen yıl, sevmediğim her şeyin plastik olduğunu düşünmeye başlamıştı bir ara. Neyse sonra öğrendi plastiğin ne demek olduğunu. Ama daha sonra ben öğretirken hata yaptığımı anladım, çünkü Kayu da plastikti aslında. Bir sahtelik, bir yapaylık vardı bu çizgi filmde, bir türlü ısınamadım. O yüzden artık cevabım "Evet! Kayu plastik." 

Plastik olmasının dışında, bir de çok mızmız bir çocuk bu Kayu, sürekli bir şeylere kızıyor, mızır mızır mızırdanıyor, sonra annesi babası geliyor, 1 dakikada olayı çözüyor. Ama bunu izleyen çocukların aklında kalan sahne, ne anne babanın davranışları, ne de olayın nasıl çözüldüğü. Daha önce bahsettiğim Nurture Shock kitabında bahsi geçen bir araştırmaya göre, çocukların çizgi film izlerken beyinlerine kayıt ettikleri şey, filmdeki çocukların birbirlerine olan davranışlarıymış. Örneğin Arthur çizgi filmi göründüğü kadar masum değilmiş. Çünkü bu çizgi filmin yarım saatlik bir bölümünde en az 6-7 kere çocukların birbirlerine olumsuz davrandığı, birbirlerini aşağıladığı anekdotlar oluyormuş. Ve araştırma yapılan kreşlerde, bu çizgi filmi izleyen çocukların filmde gördükleri olumsuz davranışlara benzer şekilde davrandıkları gözlemlenmiş. O yüzden televizyonu bakıcı olarak kullanmamak, birlikte izlemek önemli. Ama bu tarz çizgi filmleri birlikte izlemek için içinizdeki çocuğun 0-1 yaş dönemine dönmesi lazım, aksi halde katlanılması mümkün değil. Hele o Pepee tarzı çizgi filmler...  yalnızca birkaç kez izledim ama o yapay diyaloglar, yalnızca gündelik sorunlara odaklı, pek bir sanatsal değeri olmayan, aynı basit ezginin üzerine yazılmış, eğitim-öğretim kaygısı güden sözlerle dolu şarkılar, konuşmalar, biri bizi gözetliyor ve hatta gözetlemekle de kalmayıp direkt eğiyor/eğitiyor, kafamıza dan dan mesajları kakıyor/kakalıyor tarzı bana çok rahatsız edici geldi.

Bu plastik yaşamlar, plastik diyaloglar, plastik gibi görünen animasyonlarda vurgu da artık hikayede değil, bireyde. Merkezdeki bireyin yaşamı, onun dünyanın en önemli sorununu yaşıyormuş aksiyonu, gündelik yaşamda kayda değmeyecek, basitçe geçilebilecek 'sorunlar' odak noktası haline getiriliyor ve yeniden yeniden üretiliyor. Bireye yapılan bu vurgu, bireyciliğe ve akabinde daha fazla mızmızlanmaya yol açıyor. Sorunların çözümünün sürekli olarak dışarıdan (Kayu'da ebeveynlerden) veya dış sesten (Pepee'de 'Big Sister'dan) gelmesi, sorunların da, çözümlerinin de dışsallaştırılmasına hizmet ediyor.

Oysa hikaye anlatımı farklı bir mizaç ister. Clarissa P. Estes'in dediği gibi,
"Öyküler ilaçtır; içsel hayatı harekete geçirir, kaldıraçları ve makaraları yağlar. Öyküler bize dışarı, aşağı ya da yukarı çıkış kapılarını gösterir; daha önce boş olan duvarlarda güzel ve geniş kapılar açar."
İşte Miyazaki de öyküye önem veren, onu ince ince işleyen bir manga sanatçısı, animasyon film yapımcısı ve yönetmen. Miyazaki'nin animasyonlarında da ana karakterler var, üstelik çok güçlü feminen karakterler var; ancak onlar, gündelik meselelerin içerisinde kaybolup mızmızlanmak yerine, aktif bir şekilde hayatlarına müdahil olup yeri geldiğinde başkalarıyla birlikte olup çözüm arıyorlar. Ve yalnızca kendi sorunlarına da değil, başkalarına da. Karakterler kendi benlerine odaklı değil, yüzleri dışarıya, doğaya, dünyaya, insanlığa dönük...

Ayrıca klasik anlamda iyi ve kötü yok Miyazaki'nin filmlerinde. Hatta bazılarında kötü hiç yok; "Totoro" ve "Kiki"de örneğin. Büyüme öyküleri anlatıyor, insanların doğa ve teknoloji ile kurduğu ilişkiyi inceliyor, çocukların gözüyle aşkı, uçmayı, özgürleşmeyi anlatıyor Miyazaki.

Sağolsun arkadaşımız Şirin sayesinde YavruSu'nun da hayatına girdi Miyazakiler. Çok uzun, izleyemez diyorduk ama 3 yaşına doğru keyifle izlemeye başladı bizim yavru. Şimdi başka bir şey izletmekten çekinir oldum.


Resim: My Neighbor Totoro

Şu ana kadar izlediklerimiz:
  • Ponyo
  • My Neighbor Totoro
  • Kiki's Delivery Service
  • Howl's Moving Castle
  • The Cat Returns 
  • Whisper of the Heart
  • Princess Mononoke
  • The Story of Heidi (bu YouTube'da var)   
Sıradakiler:
  • Spirited Away
  • The Secret World of Arrietty
  • Castle in the sky
  • Porco Rosso
  • Nausicaä of the Valley of the Wind

Hepsini çok sevdik! Plastik kesinlikle değiller; kalbe dokunan, sıcacık ve bir o kadar da sıradışı öyküler. Her daim tekrar tekrar rahatlıkla izlenebilirler.

Uyarı: "Çocuğa açayım da, bu arada iki işimi halledeyim" diye bakıcı olarak kullanılması mümkün değil bu filmlerin. İlk kareden itibaren içerisine düşüyorsunuz, bitene kadar da çakılıp kalıyorsunuz olduğunuz yerde, uyarmadı demeyin, kendinizi bırakıp kalbinizle izleyin :) 

June 20, 2012

Televizyonun kısa keşif tarihi

YavruSu sonunda televizyon denen icadı keşfetti ve çok şaşırdı. Geçenlerde bir çocuk kanalı açmış nenesi, bizimki de bir güzel kurulmuş karşısına izliyor. "Anne bak, yine başladı" diye beni çağırdı;  çizgi filmin biri bitip diğeri başlayınca şaşırmış. Evet yavrucum bu makine tam otomatik dedim, hiçbir şey yapmana gerek yok, bütün gün karşısına oturup uyuşabilirsin! Hakikaten öyle oluyor, bizimki karşısına oturunca uyuşuyor. Neyse ki evimizde televizyon yok.

Bir de reklamlara rast gelmiş bizimki, babalar günü için gömlek reklamı. Dönmüş babasına sormuş: "sana da gömlek gönderecekler mi?" :) Babası gülerek bakmış, bizimki anlamamış cevabı. E haklı çocuk, vermeyeceğiniz şeyi niye gösteriyorsunuz! Çocuk bu, gördü mü ister. Neyse ki bozuldu artık, fişi çıkınca çalışmıyormuş meğer, sözde tam otomatik :P

June 18, 2012

Sevgili günlük...

İstanbul'da dostlarla muhabbet çok keyifliydi. Fakat "senede bir gün" ilişkisi biraz düşündürdü bu sefer. Turist gibi gelip gitmek, senelik muhabbeti 2-3 saate sığdırmaya çalışmak, konudan konuya atlayarak tüm konuları konuşmaya çalışmak, dolayısıyla yüzeylerde gezinmek, yüzeyselleşmek... Sanırım gurbetçiler için kaçınılmaz bir durum...

Bir de bu sefer gördüm ki İstanbul dolmuş taşmış, bize yer kalmamış sanki. Dağ taş tuğla olmuş, trafik geçen senelere oranla iyice artmış gibi geldi. Ya da hamile halimle bir yerden bir yere giderken 8 kere arabayı katla, aç, çantaları yerleştir, çantadan akbil çıkar, para çıkar, onu çıkar bunu çıkar, çocuğu oturt, 5 dakikalık yoldan fazlasına alışmamıs çocuğu eyle, saatlerce süren yollarda miden bulanarak kitap oku, insanların uyarılarıyla muhatap ol... biraz fazla gelmiş olabilir. Daha pre-iki-çocuklu hayatta böyle zorlanmışken, ikinci doğduktan sonra nasıl olacak bilemedim.

Sanırım fazla alıştım oradaki sakinliğe. Şehir hayatı çok üstüme geldi, fazla stresli geçti bu kez. Kendine ait odası olsa da insanın, trafikte ve kalabalıkta geçen zaman öyle yorucu ki odaya ayak basmak mümkün olsa bile bir şey yapmaya halim kalır mı bilemedim...

Neyse, sonra Adana'ya geçtik. Yolları artık asfalt olmuştu Adana'nın ama bu sene de bizi baştan çıkarmaya devam etti birtakım güzellikler. Ayıptır söylemesi en başta T.nin kuzenlerinin yaptığı içli köfteler, sarmalar, dolmalar, lahmacunlar, pideler... mmm...

Adana'da yoğun akraba ziyaretleri, ilgi, şefkat, yemek ve kebaba doyduktan sonra bir de üzerine bir arkadaşımızı gördük, aradaki uyuşmaya şaşırdık, sevindik ve depoları iyice doldurup yine yollara düştük. T.nin babasını da alıp İzmir'e ayak bastık sonunda. Bizimki geldiğinden beri "nenenin Türkiye'sine gidelim" diye sayıklıyordu, pek sevindi nenesine kavuşunca.

Nene-dede, akrabalar, komşular, arkadaşlar sağolsun, yoğun ilgi ve sevgi sonucu çok çok mutlu oldu YavruSu.


Bu arada Türkçesi de epey ilerledi. Ancak repertuvara birtakım 'sakıncalı' kelimeler de eklendi tabii. Oradayken Türkçeyi sadece bizden duyduğu için gayet kontrollü bir kelime dağarcığı vardı, burada serbest kaldı. Bizim information science masterında yaptığımız tartışmalar canlandı gözümde "controlled-vocabulary vs. free-text..." Dokümanlar, kolay ulaşım için indexlenirken kontrollü kelimeler mi kullanılmalı, yoksa her kelime indexlenerek serbest bir şekilde aranabilmeli mi? Kısaca önceden belirlenmiş anahtar kelimeler mi, gugıl mı? Yerine göre ikisinin de avantajı ve dezavantajı var elbette ama bizim için şu aşamada kontrollü-sözcük-dağarcığı daha iyi sanırım, zira insanlara anlamını bilip bilmeden sakıncalı sözler söylemesi alışmamış bünyemizde diken batmış hissiyatı yarattı. Hele kendinden yaşça epey büyük insanlara karşı etti mi bu lafları, insanlar gül gibi seveyim derken, sanırım ağacın dibinde buldular kendilerini.

Bir de kazanma meselesi var. Geçen sene de burada tanışmıştı bu mühim meseleyle, yine hemen adapte oldu. Yalnız bunun da anlamını tam olarak idrak edememiş sanırım ki babasıyla havuzda yüzme yarışı yapıyor güya, baba bekletiliyor, bizimki hedefe yüzüp yarışı kazandıktan sonra babanın yüzmesine izin veriliyor, "ben kazandım, ben kazandım" nidaları eşliğinde. Arkadaşı yarışalım deyince de "önemli olan yüzmek" diyor sıpa.

Neyse, şimdi önemli olan birlikte güzel vakit geçirmek, güzel arkadaşlar ve aileyle tatilin tadını çıkarmak. Bu bağlamda, beni yolun yarısına geldiğim gün yalnız bırakmayan Günün Çorbası ekibine ve Gülçin'e bir kez de buradan teşekkür ediyorum. T. dedi ki, yolun bundan sonraki yarısı daha zorlu geçecekmiş :/

May 26, 2012

YavruSu İstanbul'dan bildiriyor...

1 saat rötar yaparak evden eve 27 saatte geldik. Benim 3D düşünme yeteneğim sayesinde, valizlerle epeyce eşya taşıyıp, T.nin 2D algılama yeteneği sayesinde yolumuzu kaybetmeden sağ salim vardık. GPS cihazını "RECALCULATING!!!" diye sinirlendirerek ağlayacak konuma getirmiş olabilirim belki ama ben de yerleştirme işlerindeki performansım ve araba kullanmadaki ataklığım sayesinde epeyce katkıda bulundum bu yolculuğa :)

Çok mutlu olduk vardığımızda ama yerleri öpmedik; zira, havaalanından çıkışta ortalığı saran sigara dumanı, görüş alanımızı, izmaritler de öpülecek alanı epeyce daraltıyordu. Neyse, sonra arkadaşımız bizi aldı, beni deniz otobüsüne bıraktı, bizimkileri evlerine götürdü. Ben de, bu kadar yolculuk beni kesmez diyerek ayağımın tozuyla, o gece Oyun Atölyesinde bir oyuna gittim :) Sevilay Saral'ın yazdığı Otobüs oyunu. Gerçekten çok etkilendim. Metin, kareografi, oyunculuklar, müzikler, her şey, çok çok başarılı. Oyunda bir otobüste yolculuk eden, hepsi birbirinden farklı, hepsi birbirinden renkli on kadının (Bayan Kahverengi, Bayan Yeşil, Bayan Turuncu, Bayan Kırmızı, Bayan Sarı, Bayan Mavi, Bayan Pembe, Bayan Siyah, Bayan Gri, Bayan Beyaz) namusu tartışması konu ediliyor. Gülerken düşündürüp üzerine hüngür hüngür ağlatan, iz bırakan, bakış açınızı zorlayan, ince işlenmiş, çok çalışılmış feminist bir kadın oyunu. Bu sezon bir daha oynamayacakmış ama müjde, kitabı çıkmış.

Ertesi gün, büyük şehir maceramız başladı. Biz bu şehirde 15 yıl yaşadığımız için hemen adapte olduk ama bizim köylü kızımız biraz şaşkına döndü. "Ansansör"den korktu, sesler fazla geldi, Ortaklar'da bir arkadaşımıza gitmeye kalktığımızda arabalardan hiç hoşlanmadı. "Ben city'i sevmedim, nenenin turkey'sine gidelim" dediyse de, dostlar sayesinde, hiç arıza çıkartmadı ve gördüğü ilgi ve sevgiden fazlasıyla mutlu oldu; ağzı kulaklarında, jetlagi bile kolayca atlattı (sayılır...).

Neyse, bir log(su) ile bitireyim de yatayım ben de, sabah yeni buluşmalar bizleri bekler...
Sabah Bebek parkına gitmiştik arkadaşlarımızla. Bizimki kendisiyle aynı yaşta A. ve pek ilgili babası ile oynarken, ezan sesi duyunca sormuş:
-Kim sing yapiyo? (kim şarkı söylüyor anlamında)
Aslında her zaman bu kadar kötü değil artık, iki günde bile Türkçesi epey farketti (umarım benim de farkedecek). Yalnız, bu gidişle iki ay sonra İngilizceyi epey unutacak gibi görünüyor, o ayrı.

Bu arada bize de çok iyi geldi burada olmak. Arkadaşlarımızı gerçekten çok özlemişiz, şimdi ne çay ne çayhane, çok yazamazsam bilin ki muhabbetteyim muhabbette ;)

May 22, 2012

Yol

Çamaşırlar yıkandı 
Dikiş işleri halledildi 
Valizler hazırlandı 
Yol için kitap-oyuncak-yedek kıyafet ayarlarlandı 
Yolluklar paketlendi 

Bu arada bilgisayar başında oturan T.'ye soruldu:
- Eee, sen ne yapıyorsun? (kesinlikle kinaye yok; cidden! çok severim çünkü toparlama, yerleştirme, sığdırma, sıkıştırma sanatlarını :)
- Yolluk hazırlıyorum, dedi T.
Şaşırmış herhalde diye bakarken ekledi:
- Dijital yolluk.

E, o da haklı tabii. 26 saatlik bir yol söz konusu.
Sabah 9'a bir şey kalmadı, yalnızca 7 saat 20 dakika. Aslında çoktan yatmam gerekiyordu ama heyecandan uyuyamıyorum... özledim, çok özledim…

May 20, 2012

Yerel çiftçi pazarı

Buraya ilk geldiğimizde çok şaşırmıştık pazar olayına. Pazar, yalnızca Cumartesi günleri sabah 8 - öğlen 1 arası kuruluyor ve Nisan'da başlayıp Kasım'da bitiyordu. Neyse, sonra bir okulla anlaşıp kışın da okulun içerisinde kurmaya başladılar pazarı. Gerçi kışın pek fazla bir sebze olmadığı, yazın da burada olmadığımız için gitmedik ama baharda ve sonbaharda her hafta sonu iple çektiğimiz bir eğlence oldu bizim için pazar. Bu hafta son kez gittik, hüzünlendim veda ederken...

Pazarda neler var, neler! Tabii, meyve-sebze :) Yerel pazar olduğu için, yakın çevreden gelen çiftçilerin kendi yetiştirdikleri ürünleri. Organikti ürünler ama organik etiketi alabilmek için para ödemek gerektiğinden ve bu küçük çiftçiler için pek tercih edilesi bir şey olmadığından genellikle organik yerine pestisitsiz, kimyasalsız gibi şeyler yazarlardı. Meyve, sebze dışında bol miktarda bitki ve çiçek olurdu kendi bahçesinde yetiştirmek isteyenler için ve kışa doğru el örgüsü eldiven, çorap, atkı ve bere üşüyüp de giymek isteyenler için.   


Bir de yerel müzisyenler ve dansçılar. Her köşe başında sanatlarını icra ederlerdi. Performans gösterileri, caz grupları, çocuk müzisyenleri, tap dansçılar, oryantalciler, senfoni orkestrası, akapella grupları,... Ayrıca pek çok aktivite. Mesela bu hafta bahçecilik üzerine ücretsiz etkinlikler, mini dersler vardı. Başka haftalarda çorba tadımı, elma tadımı, sağlıklı yemek pişirme, satranç, el sanatları, gibi bir sürü aktivite düzenlendi. 


Son olarak da çocukların en büyük eğlencesi dev kase ve su yolu. Bizim Su da her zaman yolunu buldu tabii :)

Umarım hep böyle devam eder, güzel bir şekilde akar yaşamlarımız :) Güzel bir hafta ve eğlenceli pazarlar diliyorum herkese... 

May 17, 2012

100 puanlık çeviri sorusu

Aşağıdaki cümlede, altı çizili cümlecik hangi İngilizce cümleciğin Türkçe çevirisidir?

"Ben çay içiyorum, beyaz çay, süt değil; süt gibi bakıyor ama süt değil."


May 16, 2012

Maurice Sendak

Maurice Sendak'ı kaybetmemizin üzerinden bir hafta geçti. Çok farklı bir yazar ve illustratördü kendisi. Çocuk kitaplarının, örnek davranışları konu ederek çocukları 'eğitmek' üzere yazıldığı bir dönemde Where the Wild Things Are kitabı ile bir ilke imza atıp gerçekten bir çocuk gibi davranan Max'in hikayesini ve hayallerini çizdi. Aslında gayet klasik bir temayı işlemişti: "çocukların, yetişkinlerin dünyasıyla başedemeyip ya da onlara tepki duyup kendi dünyalarına kaçmaları." Alice Harikalar Diyarında, Pan'ın Labirenti, Koralin ve daha nice örnekleri olan bir tema. Ve belki de böylesine klasik ve evrensel bir tema olduğu için neredeyse 50 yıl boyunca bu kadar çok sevilmiş, bu kadar çok okunmuş bir kitap oldu "Where the Wild Things Are" (dünya çapında 200 milyondan fazla satmış, 15 dile çevrilmiş, ayrıca filmi ve operası yapılmış). Biz de 2 yıl önce tanıştık ve hala severek okuyoruz Sendak'ın bu kitabını.


Maurice Sendak, profesyonel hayatına aslında bir çizer olarak başlamış ama sonradan hem yazmış hem de çizmiş. Where the Wild Things Are kendisinin yazıp çizdiği bir kitap. Bu kitabın resim dizaynı da Sendak'ın kendisi gibi sıradışı. Max'in annesi ile diyaloglarında kullanılan boşluk, Max'in hayal dünyasına çıktığı yolculukta giderek azalıyor ve vahşi şeylerin yanına vardığında tamamen kayboluyor. Max'in hayal dünyasında, sayfalar tamamen resimle kaplanıyor, figürler groteskleşiyor. Kitabın sayfalarını çevirirken, gerçekten farklı bir dünyanın içerisine yolculuk yapıyormuşsunuz gibi oluyor.

Sendak'ın bir başka önemli eseri de In the Night Kitchen. Bu kitap da yine küçük bir çocuğun hayal dünyasını konu ediyor. Bu sefer yatağında yalnız başına uyumaya çalışan bir çocuk, aşağıdan gelen birtakım sesler duyuyor ve yatağından sarkarak sessiz olmaları için seslenirken bir anda düşmeye başlıyor ve kendisini "gece mutfağı"nda buluyor. Binalar, şişe, mikser, limon sıkacağı gibi mutfak malzemelerinden oluşuyor bu şehirde. Mickey'nin düştüğü yer de 3 tane aşçının sabah keki hazırladığı karıştırma kabı. Kabın içerisine düştüğünde, aşçılar Mickey'i de karıştırıp kekin içerisinde fırına atıyorlar. Sonra, Mickey'nin kurtulma macerası ve geri dönüşü anlatılıyor enfes çizimler eşliğinde.

In the Night Kitchen, Amerika Kütüphaneler Birliği (ALA) tarafından önce yayınlandığı yılın en iyi resimli kitabı olarak ödüllendirilmiş. Fakat sonradan bazı kütüphanelerde yasaklanmış. Sebebi de Mickey'nin süt şişesinin içerisine düştüğü sahnede çıplak resmedilmesi. Ama bazı şahs-ı muhterem kütüphaneciler 'dahiyane' fikirler üretmişler ve Mickey'nin pe.nisinin göründüğü yerlere bebek bezi çizerek sansürlemişler. Bakınız: Şekil X! Ve evet, burası Amerika Birleşik Devletleri, nam-ı diğer 'özgürlükler' ülkesi!

Kitabın hikayesinin yanında bu yapılanlar öyle sığ kalıyor ki, dellenmemek elde değil... Maurice Sendak, Amerika'da yaşamış ancak Polonyalı bir Yahudi olarak kökeni ve Polonya'da yaşayan geniş ailesi dolayısıyla soykırımdan etkilenmiş epeyce. Ve bu kitapta da bu konuya çokça gönderme yapmış. Örneğin, aşçıların Hitler bıyığı, çocuğun fırında pişirilmeye çalışılması bununla ilgili. Çocuğun pi.pisinin ise bu hikayede hiçbir rolü yok. Zaten bu kısma takılanlar da çocuklar değil, yetişkinler! Böylesine zengin dünyaları olan çocukların böyle bir şeyi dert edeceğini sanmıyorum. Ancak yetişkinler yüzünden dert ettikleri şeyler var maalesef, hem de ciddi şeyler.

Evet, her çocuk, maalesef, tatlı hayallere dalarak uyuyamıyor yatağında. Kimisi fırında pişirilmekten korkuyor, kimisi tacizden, kimisi nefret cinayetlerinden, kimisi tecavüzden... Ha bir de puşi korkusu eklenecek şimdi memleketim çocuklarına, hadi bakalım hayırlısı!

Neyse, kitaba dönecek olursak, Mickey kurtuluyor; hem de çok eğlenceli ve yaratıcı bir şekilde :) Darısı tüm çocukların başına! Kitabın Türkçe çevirisi yok sanırım ama animasyonunu izlemek isterseniz, YouTube'da bulabilirsiniz...

May 14, 2012

'Dolu' kadınım vesselam...

Okulları bitireli neredeyse 2 hafta oluyor. Sonra rahatlarım diyordum ama nerdee? 10 gün sonra Türkiye'ye gidilecek, burada taşınacağımız şehirde hala ev bulabilmiş değiliz. Türkiye dönüşü 1 hafta içerisinde taşınmamız gerekiyor. Ama neyse ki toparlanma işlerinde epey yol katettik. 5 sene önce 3-4 valizle geldiğimiz evden 34 valizle çıkacak olmayı sindiremediğim için epey bir eleme yaptım, eledikçe rahatladım. Güya hiç eşya sevmeyen insanım, kullanmadığımız şeyleri hemen elden çıkarırım ama her nasılsa ev dolmuş taşmış. Neyse, eşyalar yeni sahipleriyle mutlu mesut yaşarlar umarım... Bir kısmı geri dönüşüme gitti, bir kısmı yeniden kullanım merkezine, bir kısmı da ikinci elcilere. Tabii maalesef çöpe de gitti epeyce. Bundan sonra çöpe atılacak hiçbir şey almamaya karar verdik. Bakalım 2 sene sonra neler çıkacak evden...
* * *

Bu arada bir müjdem var ama ben susayım, diyaloglar konuşssun...

YavruSu: (Gittiğimiz bir davette) Sen neden şarap içmiyorsun?
Anne: Çünkü ben hamileyim, hamile kadınlar şarap içmez, alkollü içkiler anne karnındaki bebeğe zarar verir; çocuklara da tabii...
YavruSu: Yalnızca boş kadınlar mı şarap içebilir?

* * *
Evet, 20 hafta oldu. Artık 'dolu' kadınım vesselam. Bir kızımız daha geliyor :)) YavruSu başlangıçta kardeşinin sürekli benim karnımda olmasından biraz rahatsızlık duyuyordu. "Kardeşim de seninle birlikte mi okula gidecek?" diye sorup duruyordu. Bir gün isyan etti, "Biraz da babanın karnında büyüsün!" dedi, ben de ah keşke dedim. Valla, ne iyi olurdu --özellikle ilk 3 ay. Bir de çıktıktan sonra dönüşümlü emzirebilsek, başka da bir şey istemem :P

Varmış aslında emziren babalar. Milk Junkies, böyle bir transgender babanın blogu. Kendi bebeğini doğurup emzirmiş. Sonra, yeni doğum yapmış bir arkadaşı ameliyat olması gerekince onun bebeğini de emzirmiş bir süre.
"The pull of her lips is strong and determined, yet precarious. I don't dare move my arms for fear of unlatching her. I hear her rhythmic, satisfied gulping and know that I am the centre of her universe. Nothing can distract her from her desire to breastfeed. She doesn't know or care that I'm a transgender guy using a supplemental nursing system and donated breast milk. I share in her bliss."
Devamı burada


April 20, 2012

"Agaclar adina konusuyorum"

1940'larin ortalarinda "Hava bedava, su bedava" demisti Orhan Veli; 1980'lerin sonunda "Hava bedava, su pet siselerde" dedi Cem Karaca; simdi, 2010'larin basinda, Dr. Seuss'un distopik oykusunden uyarlanan The Lorax filminde ise, hava da su da, artik pet siselerde.

Bastan soyleyeyim, filmin cok fazla handikapi var. Her ne kadar cevreci ve kapitalizm karsiti bir mesaji olsa da klasik Hollywood animasyonu olmasi dolayisiyla kapitalizm cemberinin tam ortasina dusen bir film. Ayrica kitapta olmayan bir ask oykusu eklenmis ki, akillara zarar oldugu kadar, cinsiyetci de. Filmin kahramani Ted, sevdigi kizi etkilemek icin, kizin hayali olan gercek bir agac bulmaya calisir. Cunku kiz kendisi kocaman bir binanin dışını agac resmiyle kaplayabilir ama tohum arama isini 'nedense' kendisi yapamaz!

Evet kasabada tek bir tohum yoktur, tek bir agac, tek bir bitki, insanlar disinda yasayan tek bir canli. Hepsi, vakti zamaninda Truffula agaclarini kesip "thneed" (baslangicta anlamsiz bir orgu parcasi ama sonradan cok amacli kullanimi kesfedilen bir sey) yaparak zengin olmaya calisan Once-ler tarafindan yok edilmistir (burada bir parantez acip Dr. Seuss tarafindan yaratilan "Once-ler" kelimesinin anlami uzerinde durmak gerekir, cunku gercekten ozenle secilmis, anlam dolu bir kelime: bir kaynagin yeniden uretilmesini dusunmeden yalnizca bir kere (once) kullanan birisi anlaminda). Ormanda yasayan canlilar da agaclar kesilince, ormani terk etmek zorunda kalmistir. Tabii agaclar yok olunca, isini kaybeden Once-ler da kasabayi terk edip eskiden ormanin oldugu yerde, herkesten uzakta pismanlik icinde yasar.

Kasabanin yeni patronu ise, agaclarin yoklugundan fayda saglayan Mr. O'Hare'dir. Pet siselerde ve su bidonlarinda hava satar herkese. Insanlar da uzaktan kumandayla renk degistiren teknolojik ve de plastik agaclarla bezenmis bu pseudo-utopik kasabada mutlu mesut yasarlar. Gencler bilmez bile bir zamanlar gercek agaclarin oldugunu.

Filmin kahramani Ted, agaclar hakkinda arastirma yaparken anneannesinden Once-ler karakterinin yasadigi yeri ogrenir ve onun pesine duser. Burada ikinci oyku, gecmisin oykusu anlatilmaya baslanir ve Lorax karakteri de bu noktada devreye girer.


Lorax orman cini gibi bir seydir. Buyulu bir sekilde gokyuzunden iner ve "agaclar adina konusur." Ne yapar ne eder ama Once-ler'i bir turlu agaclari kesmekten alikoyamaz. Ve orman tamamen yok edilince, Lorax da uzgun bir sekilde gokyuzundeki yerine geri doner. Ancak tek bir tohum birakir Once-ler'a, bir de uzerinde UNLESS yazan taslar. Ve Once-ler Ted'le karsilasinca anlar ki, Lorax'in demek istedigi sudur:

Tam olarak cevirebilmem mumkun degil ama kabaca soyle: 
"Senin gibi birisi cokca dert etmedikce, hicbir sey iyiye gitmeyecektir

Sonunda, Once-ler, Ted'in bu ozel kisi oldugunu, bu isi dert ettigini anlar ve tohumu Ted'e verir. Ted de tohumu kiz arkadasina goturur ve birlikte kasabanin merkezine dikmek icin yola duserler. Baslangicta kimse gercek bir agac fikrine sicak bakmaz. Cunku agaclar toprakta yetisir, toprak pistir, sonra gercek agaclarin yapraklari dokulur, ortalik kirlenir, vs. Ama orada klasik Hollywood sahnesi devreye girer ve Ted'in konusmasinin uzerine herkes bir anda birlikte sarki soylemeye baslar, O'Hare da korumalari tarafindan hava yoluyla bir zamanlar rant elde ettigi havaya gonderilir.

Simdi ben daha once cok etkilendigimi yazmistim ama dusundum ki, film degil oykuydu beni etkileyen, Dr. Seuss'un orijinal oykusu. Ve Dr. Seuss gibi cevreci ve tuketim karsiti bir insan, oykusunun bu sekilde tuketim malzemesi haline donusturuldugunu gorseydi eminim kahrolurdu. O yuzden Lorax'in yolundan gidip ben de agaclar adina konusmaya karar verdim ve diyorum ki, siz bu filme gitmeyin! O para ve zamanla, iyisi mi, bulundugunuz yere bir agac dikin. Hem ben size butun filmi anlattim, gerek kalmadi artık izlemenize :) Ayrica bakin 22 Nisan Dunya Gunu. En iyisi siz bu hafta sonu dunyaya bir guzellik yapin ve su agaci dikin, olmadi bir agaca sarilip tesekkur edin. Hala sarilabildigimiz bir agac oldugu icin sansli oldugumuzun farkinda degiliz belki ama unutmayin, bir zamanlar sular da ozgurce akiyordu, HES'ler gelmeden kisa bir sure once... Hatta cok fazla canli turu vardi, simdi bu hizla gidersek 2050'de baliklar da terk edecekmis bu dunyayi... O yuzden "Her Gun Dunya Gunu" deyip cok gec olmadan eyleme gecin. Nasil mi? Mesela Bir Dolap Kitap Hafta Sonu 9. sayisindaki geri donusum fikirlerine bakarak, ya da asagidaki gibi sehir pazarini basarak :) Unutmayin "sizin gibi biri olmazsa olmaz!"