December 26, 2009

Her hayat önemlidir!

Dün çok hastalandım! İçtiğim bir bardak suyu bile istemedi midem, çok hırçınlaştı. Hiç bu kadar kötü olmamıştım diye düşünürken süper kahramanım geldi ve ağırlaşan bacaklarıma masaj yapmaya başladı. Bacaklarım sanki yatağı çökertecek gibiydi başlangıçta, Herkül olmalı diye düşündüm. Sonra hikayeler anlatmaya başladı bana 'Herkül'üm, başkalarının hikayelerini; o anlattı ben ağladım; ben ağladım, o anlattı:

Seni öyle çok seviyorum ki demiş adam kadına, burdan bir yere gitmem, çünkü artık çok yorgunum, çok hastayım, ve çok acı çekiyorum. Kadın arkasını dönmüş ve "tabii ki seninle evlenirim" demiş. Adam ertesi sabah erkenden kalkıp aramış kadını, fikrini değiştirmiş olmasından korkarak yine sormuş ve kadın evet demiş yine, 25 kez evet. Ve ondan sonra her yıl o gün o saatte aramış kadını adam.
Eğer mutlu bir evlilik yaptıysanız, işte yaşadıklarınızın, günün geri kalan kısmında yaşadıklarınızın hiçbir önemi yoktur demiş adam. Sizi merdivenlerden aşağıya itmeyecek biri vardır sarılabileceğiniz... Evli olmak renkli televizyona sahip olmak gibidir, hiçbir zaman siyah-beyaza dönmeyi istemezsiniz.
Bu hikayeyi anlattıktan kısa bir süre hızla yayılan bir kansere yakalanmış adam. Demiş ki karısına: hayatta bir nokta vardır, ölümle anlaşmayı kabul etmen gereken bir nokta, ben henüz bu notkaya gelmedim ama senin şunu anladığından emin olmak istediğim bir noktaya geldim: şu zamana kadar sana olan aşkım olabileceği kadar çoktu ve bu sonsuza kadar devam edecek. Sana verdiğim tek zavallı hediye kendimdi ve bunu hep verdim. Ve geri gelip bunu tekrar vermenin bir yolu olursa, bunu yine yapacağım.
Bu hikayeler, StoryCorps adlı bir proje için yapılan söyleşilerden toplanmış, Dave Isay'in oluşturduğu bir sözlü tarih projesi. Dinlemek isterseniz Democracy Now'da Amy Goodman'ın harika bir programı var bu konuyla ilgili, bu linkten ulaşabilirsiniz. StoryCorps, 2,5 yıl önce New York'un tarihi Grand Central Terminalinde başlamış ve sonra ülke çapına yayılmış. Bir kabinin içerisinde 40 dakika boyunca röportaj yapmış isteyen istediği kişiyle. Ve ortaya muazzam hikayeler çıkmış. Her yaşam ne kadar farklı, bir o kadar da aynı; ne kadar zengin ve ne çok acıyla dolu malesef. Dün gece T.nin anlattığı hikayelerden biri de şuydu:
Hayatının en üzücü anı neydi diye sormuş torunu dedesine. Dede de başlamış anlatmaya; arkadaşlarıyla birlikte Washington'a, başkenti ziyarete gitmişler. Araba kullandığı için içki içmemiş. Arkadaşlarını bara bırakıp tüm gün boyunca şehirdeki anıtları, heykelleri gezmiş. Akşam yorulduğunda sinemaya gitmeye karar vermiş. Sinemada bilet satıcısının ardında oturduğu cam bölmeden yansıyan tarihi şehir binasının kubbesini görmüş ve kendi kendine demiş ki "ne güzel bir final, bütün bu demokrasiyi içerek günü bitiriyorum". Sonra biletini istemiş, kadın bileti uzatmış; ancak adamın parayı uzatmasıyla kadının bileti geri çekmesi bir olmuş. Uzanan elin siyah olduğunu görünce ona bilet satmayı reddetmiş. Adam geceyi caddelerde yürüyerek bitirmiş, ama bu kez sadece ağlayarak.
Ben de geceyi ağlayarak bitirdim, küçük şeyleri ne kadar gereksiz yere dert ediyormuşuz diye hayıflandım.  Böyle binlerce hikaye toplamışlar. Ama Isay, daha yolun çok başında olduklarını ve herkese ulaşmak istediklerini söylüyor. Son bir hikaye daha yazmak istiyorum, beni etkileyen, 3 kızkardeşin hikayesi:
Kızlar okulda pek başarılı değillermiş. Bir gün babası bunları 18 mil uzakta çiftlikevi yapılacak bir araziye götürmüş ve akşama kadar bir köşedeki tüm taşları büyük bir yığın haline getirmelerini isteyip gitmiş. Akşam geldiğinde kızlar kirli, terli, ağrılı, ağlayarak "bu kadar ağır koşullarda çalışmamız haksızlık" diye dert yanmışlar. Babası da onlara, "peki sizce ben hergün bu koşullarda çalışmayı seviyor muyum" diye sormuş. Kızlar almışlar mesajı tabii :) Şimdi üçü de iyi işlerde çalışıyormuş.
Dave Isay herkesin hikayesinin ortak bir temelde birleştiğini söylüyor. Ver her hayat önemlidir diyor. Yanımızdaki insana yabancılaşmamak, onların da bizimle benzer şeyler yaşadıklarını, paylaştığımız şeylerin ne kadar birbirine benzediğini tekrar hatırlamak için dinledim dün bütün gece bu hikayeleri. Ve ağırlaşan bacaklarım daha da ağırlaştı önce.  Sonra bir rahatlama geldi. Güzel şey paylaşmak dedim; bir ömrü, bir anıyı, hatta tek bir dakikayı bile.

December 22, 2009

Altın Kurallar

Doğum hikayemi şurada anlatmıştım. Şimdi biraz da işin arka planını, hazırlıklarımı ve uyguladıklarımı anlatayım. Bana göre hamileliğinin olmazsa olmaz 3Y'sinin (yürüyüş-yüzme-yoga) yanısıra kursta öğrendiklerim çok yardımcı oldu diyebilirim; özellikle de izlediğim gerçek doğum videoları. Vajinal doğum saplantım yoktu ama sezaryen videosunu izledikten sonra, orda o dakikada karar verdim vajinal doğum yapmaya. Kordon dolanması, ters gelmesi, vb. riskleri göze almak istemediğim için doğal doğumu tercih etmedim (sanırım Türkçe'de farklı kullanılıyor; burda "natural birth" dediklerinde, hastanede değil de, ev gibi doğal ortamlarda yapılan vajinal doğum kastediliyor). Ama neyseki hastane de bebek dostu bir hastaneydi ve gerek ışıkları kısarak, gerekse bebeği doğar doğmaz kucağıma yatırarak doğala yakın bir ortam hazırladı YavruSu'nun gelişine. Bir de kursta gösterdikleri vajinal doğum videoları gerçekten çok cesaret vericiydi. Kadınlar gayet konsantre bir şekilde nefes ve rahatlama tekniklerini uyguluyorlar, kursta gösterdikleri pozisyonlarla güçlü bir şekilde yardımcı oluyorlardı bebelerinin dışarı çıkmalarına. Bağırmanın kasılmalar konusunda hiçbir faydasının olmadığını, aksine doğum için çok gerekli olan enerjinin kaybedilmesine yol açacağını öğrendim. Ben de ekstra sessizdim, hatta odada çıt çıkmasına tahammül edemeyip fısıltıyla konuşanları bile susturdum sonlara doğru :) Bir de öğrendim ki ben böyle süreçleri içe dönük yaşıyormuşum, kendi halimde. Neyse, gelelim doğum sırasında uyguladığım altın kurallara:

Altın kural 1: Kasılmalar sırasında derin nefes alın!
Kursta bize Lamaze nefes ve rahatlama tekniklerinden ikisini gösterdiler. Ben derin göğüs nefesini kullandım, o dakikada o daha iyi geldi. Yavaş yavaş burundan alıp ağızdan veriyorsunuz. Bir de "shallow breathing" dedikleri 3 kısa 1 uzun dışarı nefes verme tekniği var: ha ha ha huuuu gibi birşey duyuluyor.

Altın kural 2: Kasılmalar sırasında gözlerinizi kapatmayın, fokal noktanıza sabitlenin!
Sevdiğin bir resim veya bir eşya, özünde sabitlenebileceğin herhangi birşey kullanabilirsiniz demişlerdi kursta. Ben oyuncak eşeğim Eeyor'u seçtim, T.nin 10 yıl önce aldığı bir tatil hediyesiydi. Çok yardımcı oldu, çünkü gözlerimi kapattığım zaman sadece acıyı düşünme ve kendimi kaybetme riskim vardı. Eeyor sağolsun, kendisini arada sıkıştırmak için de kullandım.

Altın kural 3: İtme aşamasını doktorunuzla birlikte yönlendirin!
Kasılmaların sinüs eğrileri şeklinde (biraz boğaz köprüsüne benzer) bir seyri var, küçükten başlıyor, giderek artıyor ve azalıyor (örnek grafik). Doktorum itmeye başlayabileceğimi söylediği zaman, bize kasılma gelirken haber ver dedi. Ben geliyor dediğim zaman o başladı: "Derin nefes al, şimdi tut nefesini ve 1-2-3 it, it, it, it..., şimdi dinlen". Tam olarak nasıl itmem gerektiğini bilmiyordum, kasılmayla birlikte acının içine doğru itmem gerekiyormuş, kasılma aralarında da dinlenmem, enerji toplamam. Bir kere kavradıktan sonra kolay oldu. Ama bu arada doktorum monitöre bakmak yerine hep bana sordu kasılmaların gelişini; bir de bebeğimin kafasını elletti ve bu da benim olaya daha bir konsantre olmamı sağladı. Çünkü bu aşama gerçekten zor ve kendinizi bıraktığınız zaman daha da zor oluyor. Örneğin, ben bu aşamanın başında T.ye yapamayacağım galiba, olmayacak demiştim. Ama T., doktorum ve yardımcı hemşire sayesinde gerçekten çok rahat oldu.

Altın kural 4: İtme esnasında aynadan bebeğinizin gelişini izleyebilirsiniz.
Hastaneden verdikleri formda ayna ister misiniz diye soruyordu doğum sırasında. Bir de kuaför gönderin de tam olsun dedim, kız çıkınca annesini güzel görsün tabii; "o kadar yoldan geliyoruz, karşılamaya bak!" demesin sonra :) Şaka bir yana, iyi ki itme fazının başında hemşire tekrar sordu da istedim; çünkü gerçekten çok cesaret verdi. Minik kafası her ne kadar içimden çıkarken çok büyükmüş gibi gelse de, her itmede biraz daha ilerlediğini görmek ve önce kafasının sonra vücudunun çıkışını izlemek olağanüstüydü. Neden doğum mucizesi dediklerini o zaman daha iyi anladım.

* * *
Bir de kursta öğrenip de uygulamadıklarım var, daha doğrusu T.nin çalışıp da hayata geçiremediği şeyler. Kursta bir sürü masaj tekniği ve ağrıyla başetme pozisyonu gösterdiler, özellikle de partnerlere uygulattılar. Hatta pirinç dolu bez torbalardan göbek ve meme bile yapmışlardı, erkekler giysin de kadınların ne çektiğini anlasınlar, bu arada kadınlar da kendilerine nasıl masaj yapılmasını istiyorlarsa erkeklere uygulamalı olarak göstersinler diye. Bir de hormon yüklemesi yapılaydı, tam olurdu aslında ama neyse konumuz bu değil :)

Ben kasılmalar sırasında vücuduma dokunulmasını istemedim, tek istediğim itme esnasında ter içinde kalınca enseme buz koyması ve saçımı toplamasıydı; bir de hemşireyle birlikte itmeme yardımcı oldu. Ben dayanamayacağını düşünüyordum ama her saniye yanımdaydı süper kahramanım :-) Onun için de büyük bir deneyim oldu aslında; doğumdan sonra arkadaşlarımız hastaneye geldiğinde, herkesin bu deneyimi yaşamasını öneriyordu büyülenmiş bir şekilde.

Annem, babam ve kardeşim de o gün ordaydılar, odanın içinde farklı bir bölmede beklediler. Annem bu tarz sahnelere pek dayanamadığı için ara ara gelip çıktı :) ancak beni vajinal doğum konusunda başından beri destekleyerek manevi olarak hep yanımda oldu, tabii babam da öyle. Kardeşime gelince, onun henüz bu taraklarda pek bir bezi olmamasına rağmen o hafta epey çalıştı ve hatta tuttu beste yaptı minik yeğeni için, babam da sözlerini yazdı, sağolsunlar :)

Şimdi, ben de bu deneyimi herkese öneriyorum. Biliyorum, doğum kolay bir olay değil. Kasılmalar gerçekten de çok şiddetli olabiliyor, öyle ki bazı anlarda yapamayacağınızı düşünebiliyorsunuz. Ama bu durumun ne kadar süreceğini bilmek ve önceden hazırlık yapmak çok yardımcı oluyor; ve bittiğinde iyi ki doğurmuşum, iyi ki bu şekilde doğurmuşum diyorsunuz.

Vajinal doğumla ilgili iki kötü ve iki iyi nokta:
1) Kasılmalar çok acı veriyor ancak iyi olan tarafı yalnızca 12-20 saat arası sürüyor, o da aralıklarla; hatta esas zor olan kısmı 20 dakika-1 saat arası sürüyor. Ve inanması güç ama gerçek: yavrunuzu kucağınıza aldığınız anda bütün acıyı unutuveriyorsunuz. Şimdi merak ediyorum bu unutma mekanizması nasıl işliyor diye. Yani insanın normalde bir acı hafızası var, örneğin sıcak bir şey ellediğinde eli yanar ve bu acı hafızada yer eder ki bir daha ellemesin, yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürsün diye. Ama doğum acısı icin bu kesinlikle geçerli değil, çok enteresan! Sanırım evrimin bir aşamasında, kadınlar üremeyi durdurmasınlar diye bu acıyı hafızadan silmek üzere bir mekanizma gelişti beyinde :)

2) Doğumdan sonra poponuzun üzerine rahat bir şekilde oturamayabiliyorsunuz, çünkü itme yüzünden hemoroid oluşabiliyor; ama kısa sürede geçiyor. Ve doğumda çektiğiniz acıdan sonra iyileşme sürecindeki acılar sizi hiç mi hiç etkilemiyor, artı bir süre ortalıkta "demir kadın" modunda dolanıyorsunuz. Acı macı, sendrom mendrom hak getire :)

Olay aslında ön hazırlıkta bitiyor. Sizi nelerin beklediği konusunda bilginiz olduğu zaman korku da azalıyor. Sınava hazırlıklı girmek gibi bir şey: o çalışmış olmanın verdiği güven duygusu --biraz mide bulantısı olabilir tabii ama bu çok normal. Ha bir de, hazırlıkları son geceye bırakmamakta fayda var, 25 yıllık öğrencilik deneyimimden biliyorum, o zaman bulantı artıyor ;)

Herkese sağlıklı doğumlar diliyorum, bebelerle birlikte güzel bir yaşam!

Diğer linkler:
Kursta verdikleri materyallerden hazırladığım doğumun aşamaları ve fazları çizelgesi için buraya,
Doğum simülasyon videosunu izlemek için şuraya tıklayabilirsiniz.

December 21, 2009

YavruSu'nun Su Gibi Doğumu

Hamile olduğum haberini ailemiz ve dostlarımızla paylaştıktan sonra, sıra doğum konusuna gelmişti. Aslında başlangıçta sezaryen ve vajinal doğum arasında herhangi bir tercihim yoktu. Hatta ben de herkes gibi sezaryen olacağımı düşünüyordum, vajinal doğum seçeneği aklımın ucuna bile gelmemişti çünkü böyle bir seçenek fi tarihinde kalmıştı. Artık tıp ilerlemişti ve sezaryenle doğumdan sonra da kısa sürede toparlanılabiliyordu. Ayrıca vajinal doğumun da pek çok riski olabiliyordu, vs. vs. --yoksa ben rasyonalizasyon mu yapıyordum! Türkiye'de olsaydım kendimi bu şekilde kandırmaya devam edip büyük bir olasılıkla da sezaryen olurdum sanırım. Zira, tr'deki çoğu doktor randevuyla çalışıyordu ve istediğim zaman beni bu konuda destekleyecek daha nice insan bulabilirdim...

Ancak burda, yani Indiana eyaletinin Bloomington kasabasında, sezaryenin, sigorta gereği zorunlu bir durum olmadıkça herhangi bir şekilde tercih konusu olamayacağını ve herkesin varsa yoksa vajinal doğumdan, hatta doğal doğumdan bahsettiğini duyunca başa gelen çekilir, bari şu işi iyice bir öğrenelim diyerek önce kütüphaneden "Laugh and Learn About Childbirth" adlı DVD'yi aldım; sonra eşim T.yi de yanımda sürükleyerek 9 saatlik bir doğum kursuna katıldım. İyi ki de öyle yapmışım, çünkü kurs, izletilen videolar ve nefes egzersizlerinin dışında tamamen partnerlere yönelikti. Gerçi işte o zaman s..çtk (!) dedim: “Demek ki ben ağrıdan bilincimi falan kaybedicem, mahvolucam, vah vah, vay halime!” Oysa orda iyi duruyor o, ben de çok alıştım, tamam biraz zor oluyor artık ama fena da gitmiyor, biz kuzumla çok mutluyuz böyle içiçe diye düşünürken, Türkiye’den gelen aile büyüklerinden baba olan kişinin dönmek zorunda olması artık birşeyler yapma fikrini ortaya attı. Zira, hanfendi 1 aydır kanala girmiş olmasına ve açıklığın beklenen doğum günü sabahı itibariyle 5cm olmasına rağmen hala gelmiyordu. Aslında ilk doğumların, %70 gibi büyük bir oranla, 1 hafta geciktiğini bildiğimiz için endişelenmemiştik. Ancak bir yandan da, açıklığın 5cm olmasına rağmen düzenli kasılmaların hala başlamaması hem doktorumuzda hem de bizde şaşkınlık hissi yaratmadı değil. YavruSu son dakika fikrini mi değiştirmişti?! Düşünce gücüyle telkin etmeye çalışsam da olmadı, olan sadece benim uykuma oldu.

Hastane süreci:
Ertesi sabah, yani ben 3 saat uyuyup uyandıktan sonra hastaneye gittik. Bizim için ayrılmış olan odamıza yerleştik. Babam, T. ve ben bir sohbet bir muhabbet; bir yandan fotoğraflar çektiriyoruz boy boy; sanırsınız ki oraya tatile gitmişiz, otel odasında keyf ediyoruz, hastanenin içerisinde sohbetler ederek yürüyüş yapıyoruz gayet aheste. Ben aslında gerginim tabii ama hiç çaktırmıyorum, en azından öyle zannediyorum, onlar da aslında benimle benzer durumdalar ve çaktırmamaya çalışıyorlar. Tek farkla, kurbanlık koyun gibi hissetmesem de, doğuracak olan benim ve kendimi normal doğuma hazırladığım için, doğal olsun istiyorum herşey --böyle suni sancılarla falan değil.

Derken hemşire geldi, önce cervix açıklığına baktı: 6cm. Bir s..çtk (!) nidası daha yükseldi içimden. Almayacağımı beyan etmiştim ama epidural seçeneğinin böylece tamamen elimine olmasına üzülmedim dersem yalan olur. Aslında epiduralin riskleri ve uygulanışı dolayısıyla korku da vardı ama yine de olası zor durumlar için manevi bir güvenceydi ve daha ilk dakikada kaybetmiştim. Herneyse, sonra kasılmaları görmek için belime bir kemer takıldı ve monitöre bakıldı.
Hemşire: Şu anda birşey hissediyor musunuz?
Ben: (Biraz stresliyim ama o bunu sormuyor galiba)
Hemşire: (Monitöre bakarak) Az önce kuvvetli bir kasılma oldu da.
Ben: (Az sonra başıma geleceklerden habersiz) Vay be, kuvvetli dedikleri buysa… tamam ya, ben doğurdum demektir. Ne kolaymış meğer, oh oh!
Derken doktor geldi, kasılmalar düzenli olmamasına rağmen açıklık 6cm olduğu için pitocin (kasılmalara sebebiyet veren oksitosin hormonun sunisini) vermeye gerek olmadığını ama böyle bir durumda su kesemi patlatmanın iyi olacağını söyledi. Hissettiğim ilk kasılma su kesem patladıktan yarım saat sonra oldu. Başlangıçta aynı regl sancılarım gibiydi; tabii aralıklı versiyonu, 5 dakikada 1 geliyor, 30-40 saniye sürüyordu. Sonra giderek sıklaştı ve şiddetlendi ama ilk hissettiğim kasılmadan itibaren toplam 3 saat 11 dakika sürdü ve aylardır beklenen YavruSu geldi katıldı aramıza :)))

Çok az ağladı. Önce hemen üstüme yatırdılar, kardeşim göbeğini kesti, daha doğrusu göbek kordonunu :) Sonra ben plasentayı iterken, hastanenin çocuk doktoru ve babam ayrı ayrı yenidoğan testini yaptılar; çocuk daha doğar doğmaz teste tabi tutulmuş oldu böylece :( Ben babamın tavsiyesine uyup yıkanmasını istememiştim (amniyon sıvısı ilk günlerde koruyucu tabaka oluşturuyormuş) o yüzden hemen kundaklayıp bana verdiler. Demişlerdi de inanmamıştım ama hakikaten de tüm doğum acısını o saniyede unutuverdim. Bu inanılmaz bir olaydı. Bir başka inanılmaz olay da bebişin 3 aslan çekiş gücüyle tam 40 dakika boyunca emmesiydi. Sanırsınız ki 9 aydır içerde sadece buna çalışmış :) Sonra da 7 saat boyunca hiç uyanmadan uyudu. Ben de doğumdan 1 saat sonra ayağa kalkıp ortalarda dolaşmaya başladım; kendimi yorgun hissetmem ve dinlenmem gerekiyordu ama inanılmaz bir enerji ile, gözüme bir damla uyku girmeden yavrumun başında bekledim. Bu minik YavruSu iyi ki gelmişti aramıza, onu o kadar çok sevdik ki, daha önceden hayal bile edilemezdi bunun boyutları, çünkü bildiğimiz boyutlar yeterli olamazdı, olmadı nitekim bunu anlatmaya.

İşin perde arkası, hazırlıklıklarım ve uyguladığım altın kurallar için tıklayınız.

Dogumun asamaları ve fazları

Doğum kursunda verdikleri materyallerden hazırladığım doğumun aşamaları ve fazları çizelgesi:
Not: Üzerine tıklayınca büyüyor.


İlgili Yazılar:

December 18, 2009

12 ay nasıl geçti?


Nasıl anlatsam ki?
 1yıl = 12ay, 1 kelime, 2-leme ile DOLU DOLU geçti diyebilirim.
Öyle dolu geçti ki... Örneğin dün gece sadece 3 saat uyuyabildim; bu gece de saati yine 2,5 ettim ve hala yap(z)mak istediğim çok şey var ancak sabah 1 yaşını henüz doldurmuş bir yavru su erkenden kalkıp evin içerisinde deli çaylar gibi durmadan akacağı için ve biz onunla birlikte bu yeni günü dolu dolu yaşamak istediğimiz için, istemesek dahi o bizi peşinden süreklemeyi çok iyi becerdiği için, sürüklemek demişken, bir gün daha uykusuzluktan perişan bir halde ortalıkta sürünerek dolaşmamak için, bizim minik keçinin coşkusuna ortak olmak ve hayata yarım aralık gözlerle değil de daha bir farkında bakabilmek için şimdilik sizi sadece bu şiirle başbaşa bırakıyorum…

Farkında Olmalı İnsan...
Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı.
Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen...
Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını
Fark Etmeli.
Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını
Ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.
Şu çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu
Fark Etmeli.
Henüz bebekken 'Dünya Benim!' dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,
Ölürken de aynı avuçların 'Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum İşte!' dercesine apaçık kaldığını
Fark Etmeli.
Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.
Baskın yeteneğini fark etmeli sonra. Azraillin her an sürpriz yapabileceğini,
Nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan ve ölmeden evvel ölebilmeli.
Hayvanların yolda kaldırımda çöplükte
Ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.
Eşref-İ Mahlukat (Yaratılmışların En Güzeli) Olduğunu Fark Etmeli.
Ve Ona Göre Yaşamalı.
Gülün hemen dibindeki dikeni, dikenin hemen yanı başındaki gülü
Fark Etmeli.
Evinde 4 kedi 2 köpek beslediği halde
çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını
Fark Etmeli.
Eşine 'Seni Çok Seviyorum!' demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü
Fark Etmeli.
Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini, ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu
Fark Etmeli.
Zenginliğin ve bereketin, sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.
FARK ETMELİ.
Ömür dediğin üç gündür,
Dün geldi geçti yarın meçhuldür,
O halde ömür dediğin bir gündür, O DA BUGÜNDÜR.

December 15, 2009

Alkış ve Yuha

Geçen hafta çikolatalı pastaya söylediğimden beri dinlediğimiz müziklerle ilgili yazmayı istiyorum ama kafamda bin tane şey dolaştığından mıdır, finallerim biraz düzlüğe çıkıp da rahatladığımdan mıdır, yoksa Türkiye'nin yaşadığı antidemokratik olaylar silsilesi bitmek bilmediğinden midir bilemiyorum, bir türlü içimden yazmak gelmiyordu --ta ki ders çalışmak için okula gelip saatlerce orda burda gezindikten sonra (sanal olarak :), Perşembeye teslim etmem gereken paperım için giderek azalan vaktimin farkına varan beynimin yazma konusunda harekete geçmeye karar vermesine kadar. Nedense söz konusu paper olunca, yazma kapasitem zamanla ters orantılı olarak çalışıyor :) Tabii bu bloga da bir şekilde yansıyor (sanırım hala 2 günüm olduğu için daha cok bloga yansıyor).

Herneyse, ben aslında diyecektim ki, yan tarafa bir YouTube gadget'i ekledim ve dedim ki ara ara paylasayım dinlediklerimizi, çünkü şimdi yazmaya kalksam çok uzun sürecek, araya gitmesin, yavaş yavaş paylaşalım. Sabırsızlar için şunu söyleyeyim: bu aralar şöyle bir site vasıtasıyla 3 tane yeni müzik keşfettik, sürekli onları dinleyip duruyoruz, YavruSu en çok "1-2-3-4" ile Ray Charles'in alfabe şarkısını seviyor, şarkının girişini duyar duymaz a-b-c-d diyor, diğerinde de Feist'le beraber işaret parmağını kaldırıp tavukları sayıyor :)))

Bu haftanın şarkısını da ilk kez bugün dinlettim; hemen alkışlayıp oynamaya başladı; gerçi şu ara ne duysa alkışlıyor. Bu da, ülkede yaşananları düşününce aklıma Can Yücel'in şu şiirini getiriyor:

Alkış ve Yuha
her alkışa bir yuha
17 aylık oldu ali bey ve benim torun
rüzgarı alkışlıyor
tutulan bir gümüş balığını alkışlıyor
önüne konan karpuzu alkışlıyor
kendi sesini alkışlıyor
dileğim o ki:
büyüdüğünde de çevresinde er geç dönecek boklukları da
aynı heyecanla yuhalasın yeri göğü inletircesine..
                                                                                        Can Yücel

Not: Şiiri Can Yücel'in sesinden dinlemek isterseniz...

December 10, 2009

Bir Pazar sabahı 15 dakika daha uyuyabilmek için bebeğinizi yere bırakırsanız neler olur?

Sen dün kırmızı çorabın nerde diye sormuştun ya, işte buldum :)


Bu bezler de yetti artık aaaayy!

Önlükleri zaten oldum olası hiç sevmedim, kaç kere söküp attığım halde hala boğazıma bağlıyorlar ya hayret doğrusu! En iyisi tümden alaşağı edeyim sepeti de görsünler artık :)

Öff! burası çok dağıldı, ben en iyisi sıvışayım...


Ve şurada masum masum kitap okuyor numarası yapayım...

Annemin kafasının dibine de şu saati koydum ama hala tosur tosur uyuyor kadın yaa!


Aaa bi' dak'ka, bu uyandıran saat değil miydi yoksa???


Hadi annecim, çorabını giy de kalk artık!

* * *

Anne: Ama ama neler oldu burada böyle??? Hımm anlaşıldı, sen gel bakalım şöyle yatağa da hesabını alayım senin.


Evet bugünkü hesabınız biraz kabarık küçük hanım: Toplam 15 öpücük, ikisi gıdıktan; 5 ısırık, üçü göbekten :)))